TAYYİBİSTAN CUMHURİYETİ’ne dönüşmüş olan Türkiye devletinin ”içte ve ve dışta” SAVAŞ VE YIKIM CUMHURİYETİ olduğu artık su götürmez biçimde ortaya çıkmıştır.
Dünyanın sağır, kör, dilsiz seyirciliği önünde Kuzey Kürdistan’da vahşet üstüne vahşet işleyen Türkiye devleti şımardıkça şımarmış; önce Fırat Kalkanı, sonra Zeytin Dalı adını verdiği saldırganlıklarıyla Rojava’nın üzerine çullanmıştır.
Türkiye devletinin lumpen cumhurbaşkanı, TC’nin mevcut sınırlarını ”ecdadın şanlı tarihi”ne yakıştırmadığını açık açık söylemekten çekinmiyor. Onun medyadaki hınk deyicileri ”Yeni Türkiye”nin emperyalist heveslerini hararetle propaganda ediyorlar. İlk hedefleri ”Misak-ı Milli” sınırları içinde sayılan eski Musul ve Halep Vilayetleri. Başka bir deyişle, Irak ve Suriye egemenliği altındaki Güney (Başur) ve Batı (Rojava)Kürdistan toprakları. Buraları yeniden zaptettikten sonrası, ”Allah kerim”!
Bu politika Türk finans kapitalinin acil ihtiyaçlarıyla bire bir örtüşüyor. Koç Holding’in başı Rahmi Koç, geçenlerde bundan böyle ”yatırımlarının ağırlığını dışarıya kaydıracaklarını” açıklıyordu. Türk mali oligarşisinin eksenine oturmaya başlayan askeri – sınai komplex için yeni pazar, yatırım ve nüfuz alanları bulmak hayati önem taşıyor.
Türk egemen sınıfları bugünün acil ”milli” ihtiyaçlarını nasıl karşılayacaklarını düşünürken önce geriye bakıyorlar. Geride gördükleri ”şanlı Osmanlı” emperyalizmidir; arada ”yüzyıllık parantez” duruyor…
Sonra bu güne ve etrafa bakıyorlar. An ve etrafta gördüklerini, aynı anda hem tiranlığı hem soytarılığı beceren Tayyip açıklıyor: ”Suriye’de bir paylaşım savaşı yürütülüyor.” Böyle olunca da ”Türkiye buna ilgisiz kalamaz”, ”Suriye iç meselemizdir.” Tayyip sokağın serseri diline vakıf olduğu için ”monşerler” dediği diplomatların dilini kullanmıyor. ”Ulan” diye böğürüyor, ”ey” diye uluyor, ”lan” diye çemkiriyor ve öteki emperyalistlere ”size var da bana yok mu” diye efeleniyor. ”Sen binlerce kilometre öteden gelip de buralara müdahale edersin de; ben burnumun dibindeki pastayı kapmaya sessiz mi kalırım?” diye hırlıyor. Açıkçası Suriye’deki paylaşım savaşında haramilerden biri de benim diyor…
Geleceğe baktıklarında, önlerinde ezeli Kızıl Elma hayali yükseliyor. Küçük Amerika, Büyük Türkiye, İslam Dünyasının Lideri, Çağ Atlamış Türkiye, Vizyon Sahibi Türkiye… Turan… Hilafet… Hakanlık…
Türk devletinin yüz yıl sonra Osmanlı Kürdistanı üzerinde hak iddia etmesinin temelinde onun emperyalist ihtirasları yatıyor. Kürdistan toprakları dağlık coğrafyasıyla stratejik önem taşıyor. Kürdistan’a hakim olan bir güç Doğu’da Asya kapılarının, Kuzeydoğu’da Kafkasya’nın, Güney’de Arap coğrafyasının kilidini elinde tutar. Türk emperyalizminin herhangi bir askeri yayılma girişiminin başarısı için Dağlık Kürdistan’ı kale gibi ardına alması stratejik önem taşır. Tersinden, doğu, kuzeydoğu ve güney sınırlarında Anadolu’ya yönelik bir dış saldırının savuşturulacağı ilk mıntıka Kürdistan’dır. Bu yüzden Türk devletinin dört ordusunun ikisi Kürdistan’da konuşlanmıştır. Bu ordunun asıl silah ve mühimmat depoları, Rusya, İran ve Arap devletlerini menziline alan saldırı silahları ve buralardan gelecek muhtemel bir saldırıya karşı savunma kalkanları Kürdistan’da kuruludur. NATO ile ortak kullanılan askeri üs, radar ve tesislerin en önemlileri de ya Kürdistan’da, ya da mücavir bölgelerdedir.
Kürdistan dağları çok sayıda pınar, çay, ırmak ve gölleriyle, zengin tatlı su kaynaklarıyla Ortadoğu’nun gelecekte daha da artacak olan su ihtiyaçlarını karşılayan bereket hazinesidir. Sadece Kuzey Kürdistan değil; Rojava, Başur ve Rojhılat, başları yaz – kış karlı dağları ile binlerce akarsuya kaynaklık eder; bu akarsular bereketli ovaları sular; çok sayıda irili ufaklı gölleri ve Akdeniz, Basra Körfezi, Karadeniz, Hazar Denizi gibi denizleri besler. Öteden beri su sıkıntısı yaşayan Ortadoğu, gelecekte dünyanın gitgide daha da artacak olan tatlı su ihtiyacını en çok hissedecek bölgesidir. Ve bölge ihtiyacını karşılayacak suların gözeleri Kürdistan’dadır.
Kürdistan zengin petrol yataklarıyla da stratejik öneme sahiptir. Major (Binbaşı) Bolton İkinci Dünya Savaşı’nın en şiddetli günlerinde, 16 Aralık 1942’de Londra’da verdiği bir konferansta şöyle diyordu:
”Basit bir harita tetkiki bize bütün Kürdistan’ın kuzeybatı – güneydoğu doğrultusunda dağ sıralarının istikâmetini izleyen bir eksen boyunca uzandığını gösterir. Bu hat Basra Körfezi çukuruna kadar gider. Ortadoğunun petrol yataklarının haritasına bir göz attığımızda bunların da aynı doğrultudaki bir hat boyunca sıralandıklarını görürüz. Bu hat İran’ın Körfez üzerindeki güney kıyısında bulunan Bender -Abbas yakınlarındaki Kişt adasından başlar, İran’ın güneybatısında Anglo-Persian Company tarafından işletilen yataklardan, Musul ve Kerkük dolaylarındaki Irak Petrolaum Company yataklarından geçer ve Türkiye Kürdistanı’ndaki Siirt’e ulaşır. Türkiye hükümetinin de 1940’ta ifşa ettiği gibi bu sonuncu bölgede de (Siirt’te) petrol yatakları mevcuttur.”
[Çağdaş Kürdistan Tarihi, Lucian Rambout, Fırat-Dicle Yayınları, II. Baskı Ekim 1992, İstanbul, syf. 17 (Türkçe ilk baskı 1975, Ronahi Yayınları. Fransızca ilk yayını 1947) Yayınevinin dipnotunda ”Anglo – Persian Company günümüzde Britisch Petroleum adı altında faaliyet göstermektedir” deniliyor.]Kürdistan Akdeniz’den güney doğuda Hint Okyanusu’na, doğuda Asya içlerine, kuzeyde Karadeniz ve Kafkasya’ya uzanan hava, kara, demir ve deniz yollarının, petrol ve doğal gaz boru hatlarının kesişme bölgesidir.
Güney Kürdistan’ın Irak’tan, Rojava’nın Suriye’den koptuğu gün; zengin su ve petrol kaynaklarıyla bu ülkeler ekonomisini besleyen ana damarlar kesilmiş olacaktır. Musul’la ilgili Lozan müzakereleri sırasında İngilizler, kurulacak Irak devletinin yaşayabilir olması için Musul – Kerkük’ün Irak’a dahil olması konusunda ısrar etmiş ve sonuçta istediğini elde etmiştir.
Kürdistan, gelecekte enerji üretiminde önemli yer tutacak olan rüzgarlı hava potansiyelleri; sanayide kullanılan çeşitli madenleri ve artan nüfusun gıda ihtiyacını karşılayacak olan tarım ürünleri potansiyelleri bakımından da önemli bir ülkedir.
Halihazırda Suriye ve Irak üzerinde yürütülen paylaşım savaşı, özünde Kürdistan’ın yeniden paylaşılması savaşıdır. Bu savaş Amerika, Rusya, AB, Çin gibi küresel emperyalist güçler açısından son tahlilde Avrasya egemenliği kavgası iken; Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve İsrail gibi bölgesel emperyalistler bakımından ise bölgesel çapta nüfuz ve egemenlik kavgasıdır. Suriye savaşı, bu yüzden, bütün bu güçlerin direkt ya da dolaylı biçimde dahil olduğu askeri, siyasi, diplomatik, psikolojik, propagandatif çok yönlü bir savaştır.
İşgalci Türk ordusunun Afrin’e saldırısı, önce Fırat Kalkanı adlı istila hareketiyle Carabalus, Bab ve Azez’e yerleşip buralarda kendi askeri hakimiyetini ve idari düzeninini kuran; sonra Astana süreciyle Rusya ve İran’la anlaşma çerçevesinde İdlib’e askerini sokan Türk devletinin başından beri fırsatını kolladığı bir saldırıydı. Kasımpaşa serserisi Kasım 2017 başında Rusya ziyareti öncesinde ”Afrin’de de Rusya ile müşterek adım atmanın görüşmelerini yaptık” diye açıklama yapıyordu. Türk despotu Erdoğan, Rus Despotu Vladimir Putin’le görüşmek için Soçi’ye gitmeden önce, İstanbul Atatürk Havalimanı’nda düzenlediği basın toplantısında “Afrin’de de müşterek adım atmayı görüştük. Olumlu yaklaşımları, planımızı her an uygulamaya çok daha değişik bir şekilde sokmamıza fırsat veriyor” diyordu. (Sputnik 11. Kasım. 2017)
Afrin işgali siyasi ve diplomatik bakımdan, Türk istilacı devletinin elebaşının İran ve Rusya devlet başkanlarıyla yaptığı anlaşmalarla kararlaştırıldı ve Amerika ile AB’nin tarafsızlık ve kayıtsızlığı sağlama alındıktan sonra; Türk Genel Kurmay Başkanı’nın işgalden bir gün önce Rus Genel Kurmay Başkanı ile görüşmesiyle gerçekleştirildi.
Rusya ile S- 400 hava savunma füzelerinin satın alınması, nükleer santraller inşaatı, petrol ve doğalgaz boru hatları güzergahı gibi bir dizi ekonomik anlaşmanın yanısıra, Rusya’nın Kırım’ı ilhakının zımnen kabul edilmesi gibi siyasi anlaşmalar karşılığında Türkiye – Rusya stratejik ittifakının kurulması gibi yağlı kazançlar yeni Rus Çar’ı Putin’in; yeni Osmanlı Sultanı Tayyib’e Afrin’i altın tepside ikram etmesine yetti. Rus çarının tepsideki ikramın Türk despotun gırtlağından geçmesi için yeterli kolaylığı sonuna kadar sağlayacağına dair bir taahhüt altına girip girmediği ise henüz belli değil. İki despotun en yakın ilk buluşması, İran’ın kukla cumhurbaşkanının da dahil olmasıyla Nisan ayında İstanbul’da gerçekleştirilecek. Zamane Abdulhamidi o zamana kadar ne kazanırsa, onu kâr sayıyor. O yüzden herkesten sefer görev emrine hazır olmasını istiyor, polis ve jandarma özel harekât kuvvetleri ve korucular dahil yeni yeni güçleri işgal cephesine sürüyor.
Ancak Afrin halkımızın destansı direnişi Türk devletinin hesaplarını daha şimdiden boşa çıkarmış; Afrin’i yutmanın ve sindirmenin kolay olmadığını göstermiştir. YPG / YPJ savaşçıları, Afrinli gençler, kadınlar, erkekler ”üç saatte zapt ederiz” diye aldatılarak ”fetih” savaşına sürülen Türk askerlerine acı gerçeği onlara pahalı kayıplar verdirerek ispat etmiştir. Etmeye devam etmektedir. Afrin kat kat üstün Nazi kuvvetlerini bozguna uğratan Stalingradlıların devrimci yurtsever ruhuyla kahramanca direnmektedir. Bu kahramanca direniş Tayyip ve çetesinin hesaplarını alt üst edecektir.
Tayyip ve çetesinin Afrin macerası, sadece yaklaşan 2019 seçimlerine bir yatırım olarak görülmemelidir. Şövenizmi, ırkçılığı kışkırtarak ”cumhur ittifakı” tesis etme ve bununla seçimlerden zaferle çıkma hesabı elbette var. Fakat esas hesap, adına ”Yeni Türkiye” dedikleri faşist islamcı sistemi pekiştirme, İran tipi faşist devleti savaş tamtamları, seferberlik havası, OHAL ve Savaş Hali uygulamalarıyla konsolide etmedir. Türk tekelci sermayesinin en açgözlü, en militarist, en şöven kesimleri son Türk sultanının arkasındadır. Bu güçler daha Özal yıllarında ”aktif dış politika” ile dışta saldırgan ve yayılmacı politikalar izleme yörüngesine girmişlerdi. Tayyip dönemi ise bu siyasetin doruğa çıkarıldığı bir dönem oldu. ”Milli Görüş” geleneğinin ilkelerine uygun olarak islam dünyasının liderliğine soyunan Tayyip ve şürekası Ortadoğu’da ve Afrika’da hegemonya mücadelesine girişti. Ama bu hegemonya mücadelesinin riskleri, belirsizlikleri, tehlikeleri, öngörülmeyen sonuçları olacaktır. 2017 baharında yapılan KKP 8. Kongresi Raporu’nda şöyle deniliyor:
”Sömürgeci TC devleti en başta diğer Kürdistan parçaları gelmek üzere Ortadoğu bölgesinde hegemonya mücadelesine daldıkça Ortadoğu’nun çelişki ve çatışmalarını da kendi içine taşımaktadır. Bu devlet kendi elleriyle besleyip büyüttüğü islamcı cihatçıların şimdiden her tarafta fink attığı bir devlet durumundadır. Bir gün ”Suriye bizim iç meselemizdir” diye haykıran; başka bir gün ”Kerkük iç meselemizdir”, başka bir gün ”12 Adalar bizimdir” diyen TC egemenleri dışta saldırganlaşıp emperyal rüyalara daldıkça içte daha baskıcı, daha faşist, daha zorba politikaları artırarak sürdürmek zorundadırlar. OHAL/KHK rejiminin 2019 yılı seçimlerine kadar devam edeceğinin işaretleri vardır.
Yeni rejim ve olası bir ekonomik kriz ya da dış macera kitlelerdeki hoşnutsuzluğu artıracak, bu hoşnutsuzluk kitlelerin tavrına yansıdıkça rejimin şiddeti de artacaktır. Bu durum kitlelerin devrimci muhalefetine öncülük edecek olan partilerden daha sıkı donanım, daha militan örgütlenme talep eder. Günümüzün bizden talep ettiği tarz THKO’nun bize miras bıraktığı devrimci değerler temelinde çalışma, örgütlenme ve mücadele tarzıdır.”
[ http://www.dengekurdistan.com/index.asp… KKP 8. Kongresine Sunulan MK Raporu ve Kongre Kararları!]Faşist rejimin baskı ve terörü daha da azdıracağı, bu rejimin ”içte ve dışta savaş reijimi” olduğu tespitleri gün geçtikçe daha da doğrulanmaktadır. Bu tesbitlere uygun olarak belirlenen mücadele görevleri artık daha acil ve yakıcıdır. Zira kendi sınırları içinde faşist diktatörlüğü pekiştiren; sınırları dışında işgal ve fetih maceralarına girişen bu rejimle devrimci yollar dışında mücadele etmenin, onu demokratik teamüllerle, rejimin belirlediği çerçeve dahilinde ”siyaset” yapmayla, yahut reformlar yoluyla yıkmanın imkanları artık kalkmıştır. Bu rejimi devirmek üzere devrimci güçlerin faşizme karşı direniş cephesini oluşturmak ve halklarımızın mücadele birliğini örmek hayati önem taşımaktadır. Mücadele, her yolla, her araçla, durmaksızın yükseltilmeli; faşist diktatörlük halklarımızın devrimci darbeleri altında alaşağı edilmelidir.
Zafere kadar kavga!
2 MART 2018