Zatı-muhteremin biri, yada namı – diğer Simon Paşa hazretleri, yıllar yıllar önce kendi elceğiziyle Avrupalara ihraç eylediği ve tüzük nedir bilmiyorcasına, adını anmadığı ve genel kurullarını bile yapmadığı bir haraketi yeniden sahiplenip, başına oturmaya karar vermiş. Aşağıda okuyacağınız anlatı, bu tuhaf ve acayip Paşa’nın, azıcık da olsa gürünen yanlarını hikaye etmek maksadı ile yazılmıştır. Anlatımımız, bir nebze de olsa, bu ulu Simon’un yüzüne ışık oluverir ve herkeslerce suretinin görülebilmesine vesile olabilirse, ne ala…
BİR VARMIŞ BİR YOKMUŞ!
Masal bu ya, evrenin bir yerinde ve gezegenlerden bir gezegende yer alan bir ülke varmış. Bu ülkenin adı varmış ama yok sayılırmış. Ülkenin adının yok sayılması gibi üzerinde yaşayanlarında varlıkları hiç hükmündeymiş. Varlar ama yoklar gibi. Bu halkın varlığını herkesler bilirmiş. Ülkelerinin bir adının olduğunuda sağır sultanların bile duyduğu aşikarmış. Ammavelakin, bu ülkeyi işgal edenlerce ne ülkenin adının anılması ve nede ülke insanlarının asli kimliklerinin söylenilmesi hep yasaklanır, yok hükmünde sayılırmış. Tanrıların bile cennet diye tarif ettikleri bir ülkeymiş burası. Nuh’un Gemisi’ndeki tüm canlılara, yeni yaşamı kurmaları için en güzel doğa parçası olarak sunulan bu adsız ve kimliksiz ülkede, tarihler boyunca acayip şeyler yaşanırmış.
Nuh’un Gemisi’ne topladığı tüm canlı türlerinin beslenme ve barınma koşullarının mükemmel derecede iyi olacağı öngörülen bu coğrafya, iki güzel nehirin hayat verdiği Mezra-botan ya da Mezapotamya denilen topraklarmış. Bu diyarın yerüstü zenginliklerinin çokluğu ve güzelliği kadar yer altı zenginlikleride bir o kadar çokmuş. Bundandır ki, bura halkları, buralarda yaşam kurulalı beri hiç mi hiç huzur bulamamışlar. Tarihler boyunca buraları talan ve işgal etmek için dünyanın her bir yerinden seferler düzenlenmiş, yakılıp yıkılmış, talan ve yağma edilmiş. Ne bu ülkede doğan çocuklar güle-oynaya büyüyebilmişler, nede anaların gözyaşları toprağı sulamaktan azede olabilmişler. Bura insanları hep kan-gözyaşı ile yaşamış. Hep yıkım-talanla yüzleşmişler. Dünya denilen bu gezegenin bu ülkesinde, hiçbir devirde barış ve huzur olmamış. En çok ve en kanlı savaşlar tarih boyunca bu güzelim topraklarda yaşanmış. Bura zenginlikleri hep birilerinin iştahını kabartmış. Her devlet gücünü gösterme yada bilek güreşi yapma alanı olarak bu toprakları cazip görmüş.
Ve bundandır ki, bu adsız ülkenin kimliksiz halkı, kendi topraklarında kendi efendisi olamamış. Ne kimliklerine sahip olabilmişler doyuncasına, nede ‘’bizim ülkemizde bir devletimiz var’’ diyebilmişler. Tarihlerden beridir ki, kendi devletlerini kurup ülkelerini vatan belleyememişler. Vatanlı vatansızlar ve kimlikli kimliksizler olarak yaşayagelmişler. Dönem olmuş, kendi vatanlarında mülteci yaşamışlar; dönem olmuş sürgünlere maruz kalmışlar. Kah zülmün en katmerlisini yaşamışlar, kah büyük büyük katliamları kaderleri bellemişler.
Bu güzel ülkenin güzel insanları, sömürgeci ve talancılar tarafından toprakları parça parça edilerek, dört başka ülkenin sınırları içine alınıp vatansız hale getirilmişler. Hal böyle olunca, bu kimliksizler ülkesi insanları yüzyıllardır özgürlük uğruna mücadele edip savaşmışlar. Savaşmışlar ama bunca mücadeleye rağmen özgür olamamışlar. Özgürlük ateşi hiç söndürülememiş ama…
Bu güzel ülkenin özgürlük ateşiyle tutuşan insanları, bitmeyen mücadele aşkına rağmen bir türlü başarıya ulaşamıyorlarmış. Başarısızlığın bir çok nedeni varmış elbet… İnsanlık tarihinin başlangıç yeri olarak da bilinen bu nadide topraklarda, özgürlük ateşinin hep harlanır durumda olmasına karşın başarıya ulaşamamasının ilk ve temel nedeni, buraların yer altı ve yerüstü kaynaklarının devasa büyüklüğüymüş tabiî ki. Yedibaşlı devler misali, büyük ve de emperyal güçlerin doyurulamayan midelerinin iştahını kabartmış her daim bu topraklar. Deyim yerinde ise bura halkları yağmadan-talandan ve de savaştan-kaostan hiçbir zaman kurtulup sakince ‘’biz varız’’ diyememişler. ‘’Bizde bu gezegenin bu güzel diyarında bir ülkenin halkıyız’’ diye haykıramamışlar. Haykırmışlar haykırkırmasına ama ne seslerine kulak veren olmuş ve ne de başarılı olabilmişler. Verimli topraklar ve o kara altın (Petrol) başlarının belası olmuş. Bu ilk neden imiş.
Bu ülke halkı aslında yigit ve cesurmuşlar. Cengaverlikte üzerlerine yokmuş. Tarihler boyu dost olduklarına inandıkları her devletin bu bölgede hükümranlık kurmalarında başrol oynamışlar aslında. Azla yetinmeyi düşünüp yöresel ve bölgesel idareleri ellerine de almışlar arada. Lakin, hiçbir dönemde tümüyle birleşerek tek vucut bir duruş ortaya koyamamışlar. Hem kendileri bunu becerememiş, hem de düşmanları buna hiçbir zaman müsaade etmemiş. Bu yönlü en küçük bir emare gördüklerinde, tüm düşmanlar veya bu ülke üzerinde hayelleri olanlar, bu güzelim ülke halkını, bir Mixser hızında karıştırmayı ve özgürlük ateşini sönümlendirmeyi becerebilmişler. Gün olmuş orduları ile girip ezmişler, gün olmuş bu halk içinden kendilerine devşirdikleriyle iç savaş çıkartarak amaçlarına nail olmayı başarmışlar. Bu ülke halkı, kendi kendinin celladı olmuş çoğu kez. Bazen caş olmuş kimileri, bazen korucu…
Daha da kötüsü olmaktaymış çoğu zaman: Özgürlük ateşi yakanların tamda göbeğine egemenlerce hizmetkarlar konulagelirmiş hep. Bazen tam başlarına, bazen de yönetim kademelerine sızdırmalar yapılarak özgürlük aşkı akamete uğratılırmış. Özgürlük diyenler, kendi devletini kurma fikriyatını terk eder olurmuş çoğu kez. Mesela, ‘’Demokratik Modernite’’ diye bir formülasyon icadı bile yapılmış. Bilimsel sosyalist terminelojide hiçte rastlanılmayan bu icat ile sözüm ona celladı olan ülke halkları ile ‘’toptan kurtuluş’’ öngörülmekteymiş. Bunun için de, ulus devlete ihtiyaç yokmuş, ulus devlet dönemi son bulmuşmuş. Bağımsız ulus devlet hedeflemek ihanet bile oluyormuş. Halbuki, siyaset bilimine göre, siyaset iktidar olmak ve yönetmek maksadıyla yapılırmış. Yani anlayacağınız, bu güzel ülkenin guzide halkına denilmekte imiş ki: ‘’Bunca mücadele, bunca can fedasını fazla düşünmeyin, sizi ezen ve yok sayanları boş verin, en sonunda cellatlarımızı da kurtararak, birlikte demokrasiyi kurup ‘Demokratik Modernite’ ile sağlanacak özgür ortamda, birlikte yeni bir yaşama yürüyeceğiz’’ denilmekteymiş.
Sadece bu mu? Çok çok acayip başka vakalar da yaşanırmış bu ülkede. Örneğin her siyasi parti, bir başka düşman ülke yönetimi ile flört eder, onlardan maddi ve siyasi güç devşirirmiş. Ne bir ortak siyasal birliktelik oluşturabilirlermiş, ne bir ortak askeri güç yaratabilirlermiş, ne de parça parça edilmiş vatanlarının özgürlük ateşini ortaklaştırma gayretine girerlermiş. Bundan dolayıda pinpon topu gibi ordan oraya fırlatılmaktan kurtulamazlarmış. Hal böyle oluncada sağlam ve sağlıklı bir öncü güç, kararlı ve de tutarlı bir haraket yaratamazlarmış. Düşmanlarıda bu hali izleyip göbek atarlarmış. Bu ülke siyasi haraketleri payanda ve de birilerinin taşaronluğundan kurtulamazlarmış.
Misal, bir Afrin varmış. Afrinin’in içinde bulunduğu ülke emperyalist devletlerce şavaş alanı ilan edilmişmiş. Bu savaş yangınında Afrin barış adasıymış. Orada kendilerine özgü bir yönetim oluşturmuşlar. Bu güzel ülkenin güzel insanlarının huzurlu yaşamı Tayipistan cumhuriyetine batar olmuş. Savaş açmış küçücük bir ilçeye. İki ay boyunca karadan-havadan ateş kusmuş. Olmamış, kendi halkından korucuları toplayıp, onları sürmüş ön cepheye… İlerlemeyi ancak ondan sonra sağlayabilmiş. Örneğin, Musa Anter’in ‘’köpek bizim köpeğimiz ama başkasının kapısında havlıyor’’ söyleminde olduğu gibi cellat ülkelerin ordularına rehberlik edivermişler bu güzel ülkenin kimi insanları. Yoksulluk, korku, kendini garantiye alma ve umutsusuzluk, bu tür işbirlikciliklerini teşvik edermiş.
Özgürlük aşkının-ülküsünün başarıya ulaşamamasının ikinci önemli nedeni de buymuş. Başka nedenler mi? Çokmuş çok… Sayılamayacak kadarmış başarısızlığın gerekceleri. Ama bu ikisi temel ana sorunmuş.
Ama esas masalımıza konu olan bunlar değil… Anlatmak istediğimiz bu toplumda bir Simon efendi varmış, biz size bu Simon’u anlatalım. Bu Simon, Kürtmüş ama hiçbir zaman Kürdi olup buna göre bir düşünsel çizgi içine girmemiş. Kürt sosyalistiyim dermiş ama hep sömürge ulus devrimcileriyle iş tutarmış. Sosyalist bir haraketin başında imiş ama o haraketin büyümesi için canı gönülden bir çaba içerisine girmezmiş. İçinde yer aldığı ve de başında bulunduğu haraketin insanlarıyla sürekli kavga içerisinde imiş. Bunun için de haraketi ordan oraya savurup dururmuş; bir arpa boyu ilerlemesine müsaade etmezmiş. Alicengiz oyunlarında eline kimsecikler su dökemezmiş.
Bu güzel ülkenin cefakar halkı yüzyıllardır özgürlük kavgasını sürdüregelmişler ve zafere taşıyamamışlar ya… Öncü ve önder güçleri bir türlü tutarlı ve sağlam zeminlerde duramamışlar ya… Devirler akmış, zamanlar değişmiş ve yaşanılan günlere ulaşılmış ya… İşte bu zamanlarda sosyalist-komünist olduğunu iddia eden ve mücadeleyi sosyalist bakış açısıyla sürdürmeyi amaçlayan bir yeni öncü haraket çıkmış meydana. Komünist partisiyiz demişler kendilerine. Zor zamanlarda ve faşizmin katmerli olduğu günlerde çıkmışlar ortaya. En iyi sayılacak proğramlar yapıp çözümler üretmeye koyulmuşlar bu zor günlerde. Ses olmaya, ışık olmaya, öncü olmaya çabalamışlar. Faşizim koşulları yeterli öncülük yapabilmelerini engellemiş ama yılmamışlar. Türk solunun vesayetinden kurtulup kendi olmaları, bir on yıl kadar sürmüş. Bu arınma süreci sonrasında yeni hamleler yaparak irilmişler epeyce. Bir bahar günü yakmışlar Newroz ateşini. Onlar yüz oluvermiş, yüzler binleri geçmiş üç-beş senede. Başka siyasal çevrelerce ciddiye alınacak en önemli odak haline gelmişler ve yaygın bir kitle desteğini arkalayıvermişler.
‘’Kollektif üretim, kolektif tüketim’’ demişler ya… ‘’Demokratik yaşam, tümüyle özgür bir ülke’’ diye söylemişler ya… Rağbet bundanmış. Hani mızrak çuvala sığmazmış ya… Ya da çağlayan su yatağını aşarmış da, her yanları hükmü altına alırmış ya… O misal işte! O Newroz ateşi, ülkenin dörtbir yanını sarmalamaya başlamış. Ülkeyi sarmalayan esasen örgütlü yapı değil, bu haraketin ortaya koyduğu fikirlerin reelliği imiş. Bu genişleme, haraketin başında bulunan Simon efendiyi ürkütmüş. Zaten egemen ülkenin bir sosyalist haraketince buranın başına atanmışmış. Düşünsel olarak da hiçbir zaman ülkesinin özgürlüğüne uygun kafa yormazmış. ‘’Ortak mücadele, birleşik devrim’’ dermiş. Bağımsızlık hiç onun beyninden yol bulamamış. Genel olarakta eğemen ulus sosyalistleriyle iş tutmayı savunurmuş. İşte bu Simon efendiye rağmen, genel irade kendine sağlam bir siyasal hat oluşturunca, büyüme zaptedilmez olmuş. Siyasi arenada da aranılan, sözüne güvenilen etkin bir güç oluvermişler.
Bu durum ürkütüvermiş baştaki Simon efendiyi. Açık alan mücadelesi başat yapılınca, buna itiraz etmiş. Yayında, açık partilerde, dernek ve vakıflarda yoğunlaşan çalışmaların olumlu sonuçları çıldırtmaya yetmiş başefendiyi… Ufaktan kükremelere başlamış ‘’İstemezüüük!’’ diye. Diş bilemeye başlamış açık alanlarda faaliyetde olanlara karşı öncelikle… ‘’Göz önündekileri ilk elden alt etmeliyim’’ diye. Her bir kişiye ilişkin planlamalar yapıvermiş teker teker. Bir bir devreye koymuş projelerini: Derinden derine… İnceden inceye… Kimselerin ruhu duymadan hemde… Bir beş yılda çevresinde iş yapan, üreten, düşünen ve fikir yürüten tek adam bırakmamış. Temizliğini bitirmiş. Temizlenenlerde anlamamışlar neyin nasıl olduğunu, temizlenmeyen az sayıdaki düşünebilenlerde… Çünkü; herkesler ‘’biz dava adamıyız, birbirimizin ardından iş çevirmeyiz’’ diye düşünmekte ve böyle bilmektelermiş. Hile-hurda, alavere-dalavere, hinlik-cinlik bilmezlermiş bu insanlar. ‘’Sırt sırta vermek, omuz omuza yürümek gerek’’ düsturu ile yetişmişlermiş. Bir beş-on yıl sürecinde yapılanların yorumlanmasıyla ancak ‘’Ne oluyoruz?’’ soruları ortaya saçılabilmiş. Bu sorgulamalar sonucunda taşlar yerine oturmuş ve Simon’un senaryoları yerli yerine konabilmiş. Tabi ki, atı çalan da üsküdarı geçip gitmiş. Böylece, Simon hükümranlığını sağlama almış. ‘’Burası benim’’ demiş. ‘’İstediğim gibi atımı oynatırım’’ demiş. ‘’Her arzumu gerçekleştiririm, istediğimi yaparım’’ demiş. ‘’Sesini çıkaranın sesini keserim’’ buyurmuş. Olanın bitenin, aslını astarını kimselere de anlatmazmış. Soranlara tersinden laflar edermiş. Tam bir yalan makinesi ve manipüle ustasıymış. Tayipistan Cumhuriyetinde ki Tayip’e benzermiş. Ötekileştirme ve insan harcamada eline su döken olamazmış. Bir laf edeni, yanlışsın diyeni ‘’vatan haini’’ ilan etmede mahirmiş. Kin doluymuş. Sevmediği yoldaşlarına karşı yıllık, iki yıllık ve hatta daha uzun vadeli harcama projeleri yapar ve yürürlüğe sokarmış. Akıllı insanları hiç sevmez, itaat edenlerle yetinirmiş. İtiraz kapasitesi olan yoldaşlarının düşünmesini ve ayağının yer tutmasını istemez, ordan oraya ‘’görev’’ gereği sürgün edermiş. İftira ve kara çalmada ustaymış. Etrafındaki bir kaç kölesiyle bu planlarını devreye koymasıyla, işi bitirirmiş. Yani bu Simon, Nevrotik-şizofren özellikleri olan bir vaka imiş. Farkına varanlar bile bu durumu yakıştıramaz, hep Simon’un ekarte ettiklerine suç bulurlarmış. Tüm bu olup-bitenlere ilişkin insanlar düşünüp sorular sormasın, seslerini yükseltmesin diye de durmadan politika değiştirme taktikleriyle etrafındakileri meşgul eder, boş yere tartıştırırmış.
Üçüncü on yıla gelindiğinde, Simon efendi karşı çıktığı açık alan çalışmasına yönelmiş ve ‘’başıma bela olmasın’’ diye, başında olduğu yapıyı yurt dışına ihraç edivermiş. Okus-pokus yapıp işi bitirmiş. Ne, neler olduğunu anlayan olmuş, ne de yeterince sorgulayan… Tereyağından kıl çeker gibi işi bitirmiş ve ‘’siz benim para makinamsınız, işiniz bu’’ demiş. ‘’Ben içerde sizin adınıza da her şeyleri yapar ederim’’ buyurmuş. Ara-sıra oralara uğradığında da ‘’iyi şeyler oluyor-olacak ha!’’ söylemleriyle uyutuyormuş dışarıdaki yoldaşlarınıda.
Bu uykulu dönemler bir on yıl sürmüş. Dördüncü on yılda, Simon efendinin artık açık bir partisi varmış. Olmayan insanlarla ve bulunamayan kadrolarla işe koyulmuş. Kağıt üzerinde tamamlamış parti olmayı. Ufaktan olsa da sorgulamalar bundan sonra uç vermeye başlamış. Oysa kimse hesaba katmamış yada ‘’bir umut’’ diyerek zamana oynamışlar belki de: Olmayan kadro ve kağıt üzeri parti olunmayacağını çok da düşünmemişlermiş… Simon’un ihraç ettiği ve para kaynağı olarak gördüğü yerden itirazlar nüks etmeye başlamış yavaştan ve zaman ilerledikce. ‘’İş yoksa para da yok denmiş’’ ufaktan… İçerde de dikiş tutmaz olmuş kurulan partide. Ufalanmaya ve yok olmaya doğru gidişi gören Simon efendi, dışarıdan itirazlarıda hesaplayarak, yeni bir formül üretimine başlamış. En fazla iki yıllık ömrü kalan partisinin sonrasında, ne edeceği kurcalıyormuş kafasını. ‘’ÖSP KKP’dir, KKP’de ÖSP’’ demeye başlamış. Ya partisi kapandığında ‘’neyle oyalanacakmış?’’ diye kara kara düşünmeye dalarmış. Sıvamış kollarını… Kavga adamı ya… Hem boşta kalmayacak, hemde atadığı ve de hadlerini bilmeden konuşanları bertaraf eylemek için eylem planları yapmaya koyulmuş. ‘’Komünistlerin Birliği’’ni sağlamak için diyerek yollara düşüvermiş. Tamıyla bir yıl ‘’konfarans-seminer-toplantı’’lar tertiplemiş, içinde birlik olmayan çok laflar etmiş ve kimseleri dinlemeden bildiğini okumayı sürdürmüş. Bileşenlerini hesaba katmadan, onlara rağmen kararlar alarak, hep yaptığı fiili durumu oluşturmanın peşinden koşup durmuş.
Bu kez kül yutmamış ama yoldaşları. İçerdekiler ufak ufak demişler ki, ‘’Ey Simon efendi, bu parti yasalara göre kurulmuş bir parti. Yurt dışına ihraç ettiğin ve elini eteğini çektiğin illegal bir partiyi, bizim partiyle aynı partiymiş gibi görmen-göstermen hem doğru değil, hemde etik olmaz. Hele hele yasallıkla bir bağı bile kurulamaz. Karşı iradeyi hiç sormuyor ve hesaba katmıyorsun. Bu işler böyle yürütülmez. Kollektif irade gerekir.’’ denmiş. Tınmamış baş efendi! İşin garibi, ‘’Çantada keklik gördüğü’’ dışarıdaki yoldaşları: ‘’Kendi kendine gelin-güveği oluyorsun. Kollektif irade var. O ne derse o olur’’ demişler. Kollektif irade, itibar etmemiş Simon efendinin alicengiz oyunlarına. Ve red etmişler Simon efendinin projelerini. İlan etmişler bağımsız, özgür, kollektif iradelerini. Bağırmaya, küplere binmeye başlamış Simon efendi. ‘’Oyun oynadılar bana’’ demiş. ‘’Ortak iradeyi ben temsil ediyorum’’ demiş. ”Tanımıyorum kararalarınızı” demiş. ’’Çoğunluk benim’’ teraneleri tutturmuş. İçten içe de kinini büyütmeye devam etmiş. Dedik ya, Narsist-şizofren özelliklere haiz diye, açmış yelkenleri yurt dışına bu kez. Toplamış tüm selam verdiği insanları. ‘’Yeni Yapılanma Çalışmasına’’ başlamış. ‘’KKP Başkanı’’ olarak pozlar vermiş Avrupa ellerinde… Taze ve idialı kararlar almışmış!.. ‘’Avrupa ülkelerinde KKP yapıları oluşturdum’’ da demiş. Sonra, ‘’Kongre toplayıp KKP’yi inşa’’ eyleyecekmiş. Daha daha sonrasında ise ÖSP, KKP adını alacakmış. Cin bu adam cin! Neler de bilirmiş Allah muhafaza! Elini tutan mı var be birader! Git ve ‘’ÖSP’nin adını KKP olarak değiştirdim ey hakim bey’’ diyerek dilekceni veriver?! Allah akıl fikir vere diyesi geliyor insanın aklına. Kurnaz ya, çevresini motive edecek ve böylece kinlendiği eski arkadaşlarına karşı bu insanları bilenmiş hale dönüştürecek. Ve varlıklarını koruyup, böylece bir miktarda sayı artırabilecekler… Düşman lazım düşman!.. Ağababalarıdan geçmiş vürüs… Bulaşıyor işte. Siyasal ahlak, siyasal etik, siyasal hukuk mu? Hak getire… İnsani değer, insani saygı, vefa… Arasan, gram bi şey kalmamış. Yazık ki ne yazık! Değer tanımayanların değer yarattığı görülmüşmüdür acep? İnsan selam vermeyi bilecek, hatır-gönül nedir tanıyacak, ahlak-değer nedir görecek ki, ilk elden insanı vasıfları üzerine toplayabile ve ondan sorada siyasal değerler oluşturup, topluma yararlı bir varlık haline dönüşebile…
Esas olarak bu Simon efendinin derdi, ÖSP-KKP yapılarının geleceği değilmiş tabi ki. Dert edinen insan, elinin altındaki ÖSP’i büyütmeye çalışmaz mı ilk elden? Derdi olan, başka ülkelere ihraç eder mi, emek verdiği bir şeyi? Dikensiz gül bahçesi misali, her iki yapıda emrine amade durumdayken, bu yapıları büyütmeyi, iriltmeyi neden sorun etmemiş? Neden bu yapıların halkla kucaklaşabilmesini sağlayacak yöntemler bulmaya çalışmamış? Dert bu değilmiş ki… Tek dert ettiği ‘’ya bu yapılar başkalarınca hale-yola konulur da güçlenirse’’ imiş. Çünkü bu Simon efendinin esas meselesi, bu yapıların sönümlenmesi için ’’ben neler yapabilirim’’ meselesi imiş. Bundandır ki, bu yapıları büyütüp güçlendirebilecek herkesleri düşman bellermiş ve onlara karşı şavaş açmayı baş görev edinirmiş. Kendisine baş kaldıran ve ‘’biz bize sahip çıkıyoruz’’ diyen iradeyi yeni baş düşman ilan ederek, onların ayaklarının altını oymayı yeni işi bellemişmiş. İşte bunun için kolları sıvamış ve düşmüş Avrupa yollarına… Üstelik, çok değil, daha bir yıl öncesi ‘’toplanıp var olan sorunları görüşme’’ ve çözüm üretme çağrılarına ‘’vize alamadım’’ uydurmasını ileri sürerek gitmeyişinin akabinde, kocaman bir yıllık vize alarak gitmesi sorularla doluymuş. Hangi ilah yol verdiyse, bir yıllık vize ile Avrupa ellerinde ‘’savaşına’’ başlamış! Düşmanlar oradaymış çünkü! Henüz ülkede kendine yönelik bir tehdit görmemekteymiş. Bu Avrupa ellerinde ki eski yoldaşları ‘’işi büyütüp ayağını kaydırırlar’’ olasılığını hesaba katarak, orada bu meseleyi halletmekmiş asıl niyeti. İçeride, kişilerden evraklar toplayarak bazı illerde kalmış olan ÖSP teşkilatlarının kongrelerini yapmış gibi göstererek, vaziyeti idare etmeye çalışan Simon efendinin, zaten, ‘’yeni katılımlar’’ dediği birkaç kişiye koşulsuz teslim etmiş olduğu ÖSP’si, mevcut dorumda çok da derdi değilmiş. ÖSP gitti-gidiyor misali, ömrünü bitirmekteymiş çünkü. Ne yeni bir tane üye, ne de açılan bir il-ilçe örgütü görülmemekteymiş parti kurulalıberi. İçten çürüyen ve doğal yokoluşa doğru hızla koşmaktaymış Simon’un ÖSP’si. Onun için, ömrünün kalan kısmında, elinin altında bir örgütü olsun, uğraşacağı bir meşgalesi bulunsun istermiş. Avrupa seferi bu amaca yönelikmiş. Posasını çıkarıp Avrupa’ya ihraç ettiği, resmen hiçbir bağlantısının kalmadığı eski örgütünün adına sarılmak tek çaresi imiş. Hem böylece ‘’intikam ateşini’’ de sönümlendirme imkanıda bulabilirmiş. Sözünün üstüne söz söyleyenlerin ümüğünü sıkmak, esaslı derdi imiş.
İlginç bir vakaymış bu Simon ilginç! Hakkında sorulan sorular bir hayliymiş. Herkeslerce ve her yerlerde sorulup durulan bir çok sual varmış bu ulu Simon’a dair. Sadece sorulan soruları sıralayarak bu ulu Simon’un nasıl bir kişilik ve gayesinin neler olduğu ortaya çıkarmış. Sıralayalım sualleri ve anlamayı siz okurlara bırakalım.
– Siyasi hayatı boyunca bu Simon, genel iradeye karşın ve haraketin başı olarak sürekli ezen ulus soluyla birlikteliği savunmuş; birlikte örgütlenme ve birlikte mücadeleyi şiar edinmiş. Bu düşüncede olan birisinin içinde bulunduğu iradenin gelişip-güçlenmesine, büyümesi ve toplumsallaşmasına hizmet edebilmesi mümkünmüdür?
– 12 Eylül faşizim koşullarında ülke topraklarında kök salmayı sürdüren bir haraketin merkezini önce Çukurova’ya, ardından da İstanbullara nakleden ve bunu kimselerin fikrini almadan yapan bir lider, ülke kurtuluşunu dert edinebilir mi? Ya da bu anlayışla, ülke halkıyla sağlıklı bağlar oluşturulabilinir mi? Ve ya bu sadece ‘’güvenlik’’ gerekcesine sığdırılabilinir mi? 80’li yılların ilk yarısına kadar Fıratın doğusundaki bir çok vilayette kök salan haraketin, sonraki yıllarda esamesinin okunmayışının nedeni acep Simon’un mülteciliği tercih edişimidir?
– Genel irade ilk kuruluş yıllarında demiş ki, ’’12 Eylül’ün zulmü dağlar kadar büyüktür. Eğer ki bir başkaldırı ve isyan ateşi yakan olursa, halkımız onun peşinden gidecektir. Bunun için silahlı mücadeleyi gündeme almalıyız’’ derken, Simon paşanın bu fikre şiddetle karşı çıkışı hayra yorulabilinirmi?
– 1986 yılında gözaltında iken herkesler komalık olurken işkencehanelerde, Simon efendinin ilk günkü kaba dayak sonrasında, fiske yememesi pek normal görülebilinirmi?
– Değişik zaman ve dönemlerde gözaltına alınanlara herkesler sorulurken, Simon efendinin hiç sorulmaması nasıl açıklanır?
– Cezaevindeki her siyasal mahkumun asıl derdi özgürlüğe koşmak iken, bulunduğu cezaevinde özgürlüğe çıkış yolu açılırken ‘’sen bu yola çık ‘’ diyenlere ‘’Hayır’’ demesini nasıl yorumlamak gerekir ki?
– 1990’lar da cezaevi sonrası, ilk elden insan kaçakcıları ile irtibata geçerek para karşılığı yurt dışına çıkma çabasını nereye koymak lazım? Üstelik kolektif irade, ”hemen hazırlıklar yapılıp toparlanmaya gidilmelidir” kararındayken, kimselerin haberi olmadan yurt dışı hayelleri kurmak, bunun finansı için Avrupa ülkelerindeki bazı kişilerle irtibata geçmek nasıl değerlendirilebilinir? Acaba bu sıralarda Simon paşayı sıkıştıran birilerimi varmış?
– Çalışma alanı açık alan olmamasına rağmen, gazete ve dergi bürolarından çıkmaması sadece bu alanlarda çalışanlara duyduğu güvensizlikle açıklanabilinirmi?
– Bazıları, ele geçen belgelerdeki bir kelimelik nottan dolayı 15 yıl cezalar alırken, bu Simon efendi illegal bir yapının toplantı sonuçları ile otobüs durağından alınıp, belkide karakola kadar bile götürülmeden nasıl salınabiliyormuş? Aynı gün içinde bırakılıp hakkında bir işlem yapılmamasını kimler sağlayabilmiş? Torpili neredenmiş?
– Yine aynı yıllarda, pattanak ortaya çıkan ve kısa sürede Simon paşanın sağ kolu oluverme şerefine nail olan bir zatı-muhtereminde gözaltına alınıp bir-iki gün sonrası salınıverilmesi neye yorulmalıymış? ‘’Karakolda bir tanıdık hemşehrim vardı ve onun sayesinde bırakıldım’’ lafının arkasına gizlenen bu şahısla ilgili hiçbir teretdüte düşmeyen Simon paşanın, bu kişiyi, yapıdaki kadroları biçip yok etmede kullanması nasıl ele alınmalıymış?
– ‘’PKK’dan geldim. Sosyalistim. İdeolojik ayrılıklarım var, sizinle çalışmak istiyorum’’ diyen birisini, yoldaşlarının ‘’bu kişi şaibeli’’ uyarılarına rağmen sorgulamayan; tüm illerde bu şahısla gezerek herkesleri deşifre eden; sonunda bir PPK taraftarının ‘’bu adamla ne işin var, bu şahıs jitem elemanı’’ sözünün ardından mecburen ilişkiyi bitirmek zorunda kalışına ne denmeli?
– Ailesinden bir çok kişinin özel harakette çalıştığı bilinen bir sahısa, parti binasını teslim etmesi, orada yatıp kalkmasına göz yumması anlaşılabilinirmi? Öyle ki, ilk görüşte ne olduğu anlaşılan bu kişi, parti çevresindeki kadınları taciz ederken ve her türlü olumsuzluğu yaymasına karşın yapıda tutulması izah edilebilinirmi? Ki bu kişi, aynı zamanda ‘’Antep’te Simon paşanın İngilizlerle görüştüğünü ve İrana karşı bizimle çalışmalısın’’ önermesi yaptıklarını anlatıyor. Ayrıca, Ankara da illegal parti adına yazılamada bu sahısla iki kişi daha alınıyor, fakat bir iki saatte gelen telefon sonucu bırakılıyor. Ve bunları duymaması (Ki haberi var) mümkün olmayan Simon efendi, arada bir ‘’bu arkadaş bizimle çalışmak istiyor ne dersiniz?’’ diye yoldaşlarına soruyor! Bu vaziyeti hangi ruh haliyle izah mümkündür acep? Bilebilecek olan varsa, beri gelsin diyelim…
– Siyasal yaşamı boyunca en yakınında hep şaibeli birinin olması ve o şahıslarla haraketin akil insanlarının birlikte ekarte edilmesi tesadüfümüdür? Azıcık palazlanıp güçlenen her bölgeye, ya Simon paşanın karargah kurması ya da sözkonusu silahşörlerinin oralarda kamp kurması akabinde, o bölgelerin tarumar oluşunu iyi incelemek gerekmez mi? Antep, Adıyaman ve Malatya’da haraketin en güçlü olduğu zamanlarda, buralara sırasıya Simon paşa ve şilahşörleri el koymuş ve akabinde buralar çözülmeye başlayarak dibi boylamış. Ekarte etmek istedikleri kadroları, cılız bölgelere tayin ederken, hazır güçlü yerlere karargah kuran bu narsisler, buralardaki kadro ve taraftarı birbirine düşürerek güven ve yoldaşlık ilişkilerini sonlandırıp bu ellerde sönülmenmiş bir yapı bırakmaları tesadüfümüdür?
– Yaratılan koca bir gençlik haraketinin yerinde yeller esiyor olmasını nasıl anlatmak lazım? Acaba gençleri ‘’siz anlamazsınız’’, ‘’sizin aklınız ermez’’ türünden ithamlarla dışa itmenin nedeni, haraketin dinamizimden yoksun kalması sağlamak için miydi? Dinamiklerinden yoksun bir haraketi sevk ve idare etmek daha rahat mı diye gençlik istenmedi acep?
– Kitleselleşen ve birçok ilde sözü edilir güç olan kadın haraketi nasıl yok edildi bir bilen var mı? Faal ve dinamik bir durumdayken, bir gün gelerek ‘’ben bu vakıfı kapatıyorum’’ diyen Simonun bir avanesi, bir vakfı kapatmaya tek başına mı karar vermiştir, neden kapatmıştır, niçin kapatmıştır ve neye hizmet bu kararı verebilmiştir?
– En az iki kez ülkenin diğer parçalarında parti okulu açılması yönünde karar kılınmasına, buralarda yer tayin edilip her türlü alt yapı oluşturulması olanağı tanınmasına rağmen, aylarca oraya giden temsilciyle iletişim kurulmaması ve geri dönmesi istenmesi ne mana içerir? Herkesler böylesi imkanları elde etmek için can atarken, verilen imkanları ve yapılan davetleri umursamamak normalmidir? Bir ülkenin kurtuluşunu öne koyan haraketin, ülkenin her parçasıyla diyaloğa geçme ve oralarda varolmaya çalışması gerekmez mi? Kırk yıldır hangi parçada kaç ilişki yaratılmış, sormazlar mı adama?
– Bu ülkenin en güçlü kurtuluş haraketine veya HDP’ye uzak durmanın, mesafeli davranmanın altında yatan ‘’güçlü olandan hazlanmama’’ narsist davranışından mı kaynaklanıyor acaba? ‘’Git kuyruğuna yapış’’ demiyoruz ama ortaklaşacağın ve birlikte kotaracağın hiç mi bir şey yok, be ulu Simon?
– Simon paşa, büyük bir Kürt aşiretinin mensubu olmasına karşın, aşiretinden ve ya aile çevresinden bir tek kişinin bile harakette yer bulamayışı, bir araştırma konusu olmaz mı? Harakette yer alan her bir bireyin yakınlarından en az birisi de haraketle içli dışlı olabilmişken, Simon’a yakın hiçbir kimsenin yakınlarda bile durmamış oluşunu nasıl değerlendirmek gerekir? Ailesine, akrabasına, aşiretine etki edemeyen ve ya risklere karşı onları haraketten uzak tutmaya çalışma anlayışını (hangisi ise), neyle ifade edebiliriz ki?
– Gerek Simon efendinin gazabına uğramış, gerekse çeşitli nedenlerle ayrı düşmüş bu haraketin mensuplarıyla, yemin etmişcesine, Simon paşanın selamı-sabahı kesmesinin nedeni olarak ne söylenmeli? İnsanlara, kullanabildiği ölçüde mi değer verme anlayışı var; yoksa posası çıkmışlar ordusu yaratma sevdası mı ağır basıyor; ya da bir klinik vaka oluşu mu, bu muhteremi insan öğütme makinesi haline getirmiştir? İnsanı değer, vefa, hak, toplumsal hukuk normları… Boş verin bir haraketin lideri olma durumunu, sıradan birisi olan için dahi, ardında bıraktıkları değerlidir. Arada bunlar anılır, ziyeret edilir, bir kahvesi içilir… Simon paşa için bunların kırıntı bir anlam ifade etmeyişinin altında yatan nedenlerin incelenmeye değer bir yanı yokmudur acep?
– Yurtdışında bazı yoldaşlarını garip işlere bulaştırmaya teşvik edip ardından hiç sahiplenlenmeyen ve bunların onyıla yakın hapislerde yatmalarını hiç mi hiç umursamayan birisine nasıl bir sıfat bulunabilinir ki? Yada, gözaltına alınan ve ceza alması kesine yakın bir yoldaşının (ki, bu sahıs dışarı çıktıktan sonra ceza almıştır) alınışına göbek atarcasına sevinç göstermesi ve hukuki destek için kılını kıpırtdatmaması nasıl anlatılır? Veya, onlarca yıl içeride olan bir arkadaşının cezaevinde olduğunu dahi bilmemesi, sormaması, ilgilenmemesi ne ifade eder? Bu ulu Simon için şahıslar, kullanılıp atılacak birer argümanmıdır dersiniz?
– Siz hiç duydunuz mu ey ahali, ‘’Beni Simon paşa örgütledi’’ diyen birisini? Duyduysanız kaç kişidir bunlar? 40 yıllık bir siyasal yaşamdan söz edilirken, bu soruya bir olumlu cevap verene rastlayabildiniz mi hiç? Ömrünce bir elin parmağı kadar insan örgütleyememiş bir muhteremden hiç lider olur mu? Olursa eğer, böylesi birisinin, onlarca yıldır makamında duruşunun nedenleri tez konusu olmaz mı? Araştırılmıyorsa ve hesap sorulmuyorsa, bizlerde de bir proplem yokmu?
– Sanki bir tink-tank kuruluşuna çalışır gibi sürekli anti-İran ve biraz da anti-Rusya yazılar yazmasının hikmeti ne ola ki? Özellikle ‘’İran’a dikkat!’’ cümleleri sadece bir takıntı olabilir mi?
– Simon ve partisinin tüm yazın faaliyetinin sadece kendisi olması onu rahatsız etmiyor anladık… Teorisyenlik edalarıyla yazdığı sıradan gazete yazıları veya polemik kokan çiziktirmelerinide anladık… Suya tirit kalem sallamasını da anlamak mümkün… Yahu, iki kelime haber satırını bile koca bir liderin yazmasından kimsecikler neden rahatsız olmaz ki? Ya da bu Simon, iki satır yazı yazılmasına dahi tahammül edemiyor mu?
– Özellikle, 90’lardan sonra yapı dışında kalan ve sıradan olmayan her bir kadronun gidiş hikayesi dinlenildiğinde, altından Simon paşanın çıkması normalmidir. Bu kadroların bertaraf edilişinde, Simon paşanın etrafındaki aynı iki-üç kişinin, karar vericiler içinde olması tesadüfümüdür? Ve halen bunlardan birkaçı etrafında olmasına rağmen, bunlardan bir tekinin bile uçarken bir taşa değmemiş olmalarının izahı nedir?
– Esas olarakda, bu Simon efendinin, her sıkıştığında ve zoru gördüğünde Mevlevilerin dönüşü gibi, politik dönüşlerini izleyebilmek mümkün olamıyor! Dönüşleri, tabiî ki, sınıfsal temelli değil de, devlete selam çakma eksenli olması politik hata olarak ele alınabilinir mi?
– Çeşitli dönemlerde yürüttüğü birlik-ittifak çalışmalarının akabinde, muhataplarınca, ‘’Bu adama güvenilmez. Oturup konuşurken başka, dışarı çıkıldığında başka pratik içinde. Hep arkadan iş çeviriyor. Sözüne güvenilmez.’’ sözleri etmeleri, bize bir şeyler anlatmıyormu?
Sonuç mu? Sonuç şudur: Bu ulu Simon, Cezaevi sürecinden itibaren ciddi bir yöneliş belirlemiştir kendine. Tek başına kendisi mi, yoksa başkalarının dahli de var mı bu yön tayininde, bilinmez! Bu yeni yönü ve yolunda o gün bugün ilerlemeyi sürdürmekte. Ya birilerinden zılgıtı yemiş ve direktifi almış yada yazının sonundaki narsizim tanısında görüleceği üzre, hastalığının esiri olarak faaliyetlerini sürdüregelmiştir. Bir haraketin bu kadar dibe vurdurulması, tarumar edilmesinin akliselim birisi tarafından becerilebilmesi hiç mümkün değildir. Kanımca ikinci şık bu ulu Simonun ahvalini daha izaha yakın. Tüm emareler bu zatı-muhteremin ileri derecede narsizim hastalığından muzdarip olduğunu gösteriyor. Bir kişinin bu kadar çok kendine düşman yaratması ve kindar olması başka türlü açıklanamaz. Zaten bu hastalığın tüme yakın tanı emarelerini üzerinde taşıyor olduğuda, iyi bir izleyence görülebilir. Şu ya da bu nedenler… Sonuçta bir rahatsızlık yaratığı açık. Hiçbir ulu değer gözetmeden, kafasına yerleştirdiği ve 4-5 senedir yapmaya çalıştığı ‘’KKP ÖSP’dir, ÖSP KKP’dir’’ teraneleri ile su bulandıran bu zata bir dur demek, durumunu gözeterek en doğru şekilde, dur diyebilmek artık bir zorunluluktur.
En etkili yol yada yöntem mi? Kliniğe götürmesi meselesi ailesine kalmalıdır. Onu durduracak ve pes ettirecek etkili yol, ayağının altındaki halıyı çekmek ve çıplak ayaklarının üzerinde kaldığını, soğuk taşlara bastırtarak hissettirmektir. Nereye elini atıyorsa o dalı elinden almak, yalnızlığa itmek onun kendini kötü hissetmesine yetecektir. Bilinmelidir ki, narsist bir kişilikle uğraşmak kolay değildir. Bu kişiler, kendilerini hep garantiye almak ve güçlü görünmek zorunda hissederler. Bunun için de her yol mubahtır bu tür kişiler için. Eleştiri, yenilgi, zayıf görünme böylesi sahıslar için ölümdür, kaldıramazlar.
Güzel ülkemin güzel insanlarının böylesi kişiliklerden arınıp kurtulması dilekleriyle…
Ek-1 Narsist kişiliğin tanıları.
Narsistik kişilik bozukluğu kendini mükemmel görmek, başkalarını düşünmemek ve başkaları tarafından yargılanmaya aşırı hassasiyet olarak tanımlanabilir. Sadece kendini düşünmek ve davranışlarının başkalarına olan etkisini umursamamak bu kişilerin en temel özellikleridir.
Narsistik kişiler genelde ilgi odağı olmayı, dikkat çekmeyi ve olayları control etmeyi isterler. Başkalarının hayranlığını ve sevgisini kazanmayı şiddetle arzularlar. Kendileri hakkında mükemmelliyetçidirler. Dikkati üzerlerine toplamak için tiyatromsu krizler yaratabilirler. Bu kişiler herkesin ve herşeyin kendilerine bağlı olması gerektiğine inanırlar.
Narsistik kişilik bozukluğu olan kişiler mükemmele ulaşmak için aşırı derecede çaba sarfederler. Birisi kendilerini yada yaptıkları işi eleştirdiğinde büyük bir öfke ile tepki verirler ve saldırganlık gösterebilirler.
Diğer taraftan bazı Narsistik kişiler ihtiyaçları olan tüm ilgi ve dikkati çekmelerine yetecek kadar yetenekli ve başarılı olabilirler. Böylece her hangi bir problem yaşamazlar ve gayet sağlıklı görünebilirler. Bu durumda bile hala kendilerinden bekledikleri normal üstü beklentileri nedeniyle tam olarak tatmin olmayabilirler.
Narsistik kişiler genelde kendi değerlerini fazlası ile abartırlar. Sürekli olarak yeteneklerini olduğundan fazla gösterirler, ukala, gösteriş meraklısı ve kendini beğenmiş görünürler. Kendilerinin herkesten daha üstün olduğuna inanırlar. Bu şekilde düşündükleri sürece kendilerini güvende ve mutlu hissedebilirler. Kişiliklerinin olumsuz taraflarını genelde inkar ederler yada mantıklı açıklamalar getirirler. Fakat kişi eğer önemli başarılara imza atamaz ise büyük bir ikilem yaşamaya başlarlar. Bunun sonucunda kendilerini sahtekar, boş ve mutsuz hissederler.
Bu kişiler duygusal olarak uç noktalarda yaşarlar; dolayısıyla ya kendilerini mükemmel görürler ya da utanç içinde kahrolurlar. Başka insanların onaylaması ile kendilerini mükemmel hissederler, gururlu, kibirli ve mağrur olurlar, kendi kendilerine yetebilirler. Başkalarının onayı olmaz ise yada kesilirse birden kendilerini aşağı hissederler, çirkin olduklarını düşünürler, kıskançlık ve haset duyarlar ve kendilerine olan tüm güvenlerini yitirirler.
Narsistik kişiler başkaları ile işbirliği yapmakta zorlanırlar çünkü dikkatleri hep kendi üzerlerinde olur. Yaptıkları her işte insanların hayranlığını kazanmaya ve mükemmelliklerini ve üstünlüklerini ıspatlamaya çalışırlar. Başka insanların duygularını yada ne yaşadığını algılayamazlar. Empati yapamazlar ve ender olarak bir insana duygusal olarak bağlanabilirler. Eğer başkalarının ihtiyaçlarını sezebilirlerse bunu o kişilerin zayıflıkları olarak değerlendirirler.
Narsistik kişiler başkalarının kendi rahatları ve mutlulukları için başka insanların isteklerinden vazgeçmeleri gerektiğine inanırlar. Sadece bir şeyi istiyor olmaları elde etmek için yeterli bir nedendir. Başkalarından özel muamele görmeyi hakettiklerine inanırlar. Bu insanlar genelde başkalarına haset ederler ve diğer insanlarında sürekli kendisini kıskandığını düşünür. Başka insanların sahip oldukları değerleri ve başarıları kıskanır.
Bu kişiler çoğunlukla başkalarının kendilerini nasıl algıladıklarına dikkat ederler, dolayısıyla değerli, üstün saydıları, özel yada yüksek statüye sahip insanlar ile olarak kendi değerini arttırmaya çalışırlar.
Narsistik kişilerin başkaları ile olan ilişkileri sorunludur çünkü aşırı ilgi ihtiyaçları ve başkalarının duygu ve düşüncelerini umursamamaları yüzünden insanlar uzaklaşırlar. Sosyal olarak aktif, keyifli ve cazip olabilirler fakat insanlara karşı sorumsuz ve kibirlidirler.
Özel ilişkilerinde narsistik kişiler eşlerinden karşılıksız sevgi ve ilgi isterler buna karşılık hiç bir sorumluluk almazlar. Bu kişilerin bir ilişkiye girmesinin iki nedeni vardır; ya arzu ettikleri bir noktaya ulaşmak (mevki, para, pozisyon vs) yada mükemmelliklerini sürekli onaylayıp destekleyecek birine duydukları ihtiyaç. Narsistik kişiler ile birlikte olan insanlar çoğunlukla daha once Narsistik bir anne yada babaya sahip olmuş kişilerdir, öyle ki çocukluklarında sömürünün ve ilgisizliğin sevgi olduğunu öğrenmişlerdir. Dolayısıyla Narsistik bir eş ile birlikte olduklarında kendi haklarını aramayı düşünmezler ve ilişkilerinde kalarak eşlerinin kendilerini hiç bir karşılık vermeden kullanmalarına izin verirler.
Narsist kişiler toplumsal sorumlulukların kendileri için geçerli olduğuna inanmazlar. Karşılığında hiç bir şey vermeden başkalarının kendilerine hizmet etmesini beklerler. İstekleri olmadığında sözlü saldırılar, sinir krizleri, duygusal, fiziksel yada cinsel taciz ile tepki verebilirler. Birisi çıkıp bencil ve sömürgen yapılarını yüzlerine vurmaya kalkarsa aşağılayıcı ve saldırgan olabilirler.
Mükemmel olduklarına dair inancı koruyabilmek için her tür davranışı gösterebilirler; değerlerini değiştirebilir, yalan söylemek, aldatmak, inkar etmek ve hatta gerekirse suç işlemek.
Tam olarak hastalığın sebebi bilinmiyor ama bazı araştırmacılar çocuklukta yaşanılan tecrübeler ile bağlantılı olduğunu öne sürmüştür. Hastalık genelde ergenlik çağının başında ortaya çıkmaya başlamaktadır.
Belirtiler
1.Kritize edilmeye karşı öfke, utanç ve aşağılanma hissi duyar
2.Kendi çıkarları için başkalarını kullanır
3.Sadece kendini düşünmek
4.Yeteneklerini ve başarılarını abartır
5.Başarı, güç, güzellik, zeka yada ideal aşk ile ilgili fantaziler kurar
6.Başkalarının kendisine farklı davranması gerektiğine dair beklentiler
7.Sürekli insanların dikkatinin ve beğenisinin üzerinde olmasını beklemek
8.Başkalarını kıskanmak ve haset etmek
9.Aşırı gurur ve mükemmel olduklarına dair inanç
10.Suçunu kabul etmez yada eleştiriyi kaldıramaz
11.Fedakarlık yada iyilik yapmaz ama gösteriş amacı ile küçük davranışlarda bulunabilir
12.Empati yapamaz
13.Herşeye hakkı olduğuna inanır
14.Yüzeysellik
15.Sürekli şöhret, zenginlik ve başarı hayalleri kurar
16.Dikkat çekmek, ilgi odağı olmak ve övülmek arzusu
ile oldukça dengeli bir iletişim geliştirmesi çok önemlidir.
en.tr ‘den alınmıştır