Bir soruyla başlayalım yazmaya: Dokuz ay yirmi ( 9 ay 20 ) günlükken doğmuş bir bebeğin varlığını duyanınız edeniniz var mı?
Biliyorum akıl dışı, doğa dışı bir soru bu. Dokuz ay on gününü geçiren her bebek kendisinin ve annesinin ölümü demektir. Bilinir; yedi aylıkken doğan bebekler vardır. İyi bakımla birlikte yedi aylık olan bebelerin yaşadığı da bilinir. Demekki bebeler yaşayabilmek için en az yedi ay, en çok dokuz ay ongün annelerinin karnında kalmaları ve yaşamaları gerekir. Yani bebeler mekanlarını zamanından önce terkederlerse veya zamanı geçtiği halde terk etmezlerse yaşama şansını yakalayamıyorlar demektir.
Sözünü ettiğimiz doğa yasası, yani zamana ilişkin zorunluluk yalnızca insan yavrusu için geçerli değildir. Diğer tüm canlıların da her bir cinsinin kendisine göre bir doğma zaman aralığı vardır. Kimi örnekler: Tavuk ve benzerlerinin kuluçka süresi yirmibir gündür. İnek, at, eşek, deve gibi büyükbaş hayvanların gebelik süresi onbir ay dolaylarıdır. Tavşanlarda ortama bir ay, kedi ve köpeklerde ortalama iki ay, en uzun gebelik süresi olan fillerde yirmi ile yirmiiki ay arası değişen gebelik zamanı vardır. Uzatmayalım; her canlının kendi cinsine göre değişen bir sürede doğmak gibi bir yasallığı vardır. Bu zorunluluk hem eşey üreme özellikli canlılarda, hem de yumurtadan çıkanlarda açıkça görülen, gözlemlenen ve deneyimlenen bir gerçekliktir ve bundandır ki, bu gerçekliği her insan bilebilir. Her türden börtü böceğin ve hatta mıkro organizmaların nasıl ve ne kadar zamanda üredikleri, üreyebilmeleri için nasıl bir ortamın gerekliliği gibi konuları ise işin uzmanları bilirler. Bizler de onlardan öğreniriz.
Biz bildiğimizden devam edip şu bilineni de tekrarlayalım: Üreme sürecinin ilk şartı, üreme erginliğidir. Belli bir olgunluğa erişmeden yavru doğurmak veya yumurtlamak olanaklı değildir. Doğurabilmek veya yumurtlayabilmek için belli bir zaman aralığını yaşayıp geçirmiş olmak ilk şartır yani. İkinci şart, üreme yeterlilik yaşına ulaşanın sağlıklı olmasıdır. Çoğalmayı engelleyecek bir engelin bulunmamasıdır. Bölünerek vb çoğalanlara girmeden ve bilinenden devamla üçüncü şart diyelim: Aynı türden iki cinsin dölleme ortamından geçmiş olmaları gerekir. Yine vurgulayalım ki, üçünc şart ancak bir ve ikinin devamı olduğunda işlevseldir. Dört ise ilk elden mekânsaldır. Ceninin yaşayabileceği ve elbette büyüyebileceği uygun ortam zorunluluğudur. Nasıl döllenmek için suni döllenme bile olsa anne rahmi kıvamı bir ortam gerekli ise, döllenme sonucu oluşan ceninin yaşayabilmesi için de anne karnı veya ona benzer özlliklere sahip bir ortam olmazsa olmazdır.
Yukarda çeşitli örnekleri ile belirttik: Gerekli ve yeterli koşullara sahip mekânsal zorunlulukar tastamam olsa bile, o uygun ortamda birde yeterli bir zaman aralığı yaşamak şarttı. Eksi bilmem kaçlardan sıfıra ulaşma sürecidir / zamanıdır bu. Sonrası sonradan gelir: Şu zamanda artı bir denilir. Yani doğulur ve yaşam serüveni de böylece başlar. Değil mi? Bu bilgi tazelemesi unutulmasın.
Ve yine çoklarınca bilindiğini sandığım bir başka tekrar yapayım. Tüm ağaçlar üçüncü yaşında ilk meyvelerini verirler. Ağaçsılar ilk yaşlarını doldukları baharda çiçek açarlar; yaz başı veya ortasında meyveye dururlar. Otsu bitkilerin verim verme olgunluğuna ulaşabilmeleri için ortalama üç aya ihtiyaçları vardır. İkibuçuk aylıklar çiçeğe dururlar. Kimileri üç ay dolarken, kimileri üç ay ongünlükken, bazıları da üçbuçuk aylıkken ilk ürünleini verirler. Fakat bu denilenlerin aynen geçerliliği için diğer şartların da aynı olması gerekir. Başta hava koşulları uygun ve aynı olmalı. Toprak kalitesi, çok önemli belirleyiciler arasındadır. Sulama yetirince olmak zorundadır. Gübreleme ve bakım ciddi girdilerdendir. Yani ve anlaşılacağı gibi, insanlar ve hayvanlar gibi bitkilere de üremeleri için bir ZAMAN ve UYGUN ORTAM (yer) gereklidir.
Mehmet Uzun’un NAR ÇİÇEKLERİ adlı anı/ öykü kitabını okurken anlamış, fakat tam içselleştirememiştim; bizim Diyarbakır narlarının Kanada’da neden meyve vermediklerini. İsviçre’de ve bir Reforimist kilisenin bahçesindeki üç kök nar ağacını on yıl kadar izledikten sonra Mehmet uzun’un anlatısına yeniden döndüm. Diyarbakırlı bir Ermeni arkadaş, göçüp yerleştiği Kanada’da arazi alıp nar yetiştirmek istemiş. Narlar nar vermemiş ama. Çiçek açarlarmış, hem de o nar çiçeği güzelliğinde; fakat çiçekler her yıl dökülürmüş.( Mehmet Uzun’un çocukluk arkadaşı anlatmış bu yaşanmılşlığı.) Benim izlediğim narların sonları da kısmen Kanada örneğine benzer. Çoğu yıllar çiçekler dökülüyor. Yazların bura ortalamasının üzerinde sıcak olduğu yıllada ise çiçekler nara duruyor, fakat narlar ancak bir erik kadar büyüyebiliyorlar. Daha fazla büyümüyorlar. Şunun altını ise özel olarak çizeyim: Yaprak ve çiçek açma zamanlamasında Anadolu ile aralarında çok bir fark yok. En fazla üç beş gün gecikmeli çiçek açıyor buradakiler.
Narda görülen mekan ve mekânsal özlliklerin belirleyici etkileri her bitki için aynı değildir. Ama şu veya bu kadar etkili olduğu da su götürmez bir gerçektir. Örneğin, üzüm Avrupa kıtasının çoğunda yetişiyor. Tatlanma oranı ise Akdeniz çevresinde yetişen üzümlere göre çok çok az oluyor.
Bir başka bilinen: Ortadoğu toplumlarında ekmek baş nimettir. Zaman zaman ve kişiden kişiye değişkenlik gösterse de, nimet denilince ilk akla gelen ekmektir. Acaba neden? Neden Dünyanın daha kuzeylerinde veya güneylerinde insanlar en önemli beslenme maddesi olarak ekmeği saymıyorlar? Acaba ekmek dinsel bir imtiyaza mı sahiptir bizim coğrafyada? Ergani / Çayönü kazılarında buğdayın onbin yıllık bir geçmişi olduğu bulgulanmış. Daha evvelinin ise kaç bin zaman olduğu bilinmiyor. Yine biliniyor: Buğdayın anavatanı Ortadoğudur. Bu tesadüf değildir. Güzden ekilip yeşeren buğday, ilkbaharda boy atar ve haziranda sararmaya başlar. Biçerdöverin olmadığı zamanlarda ekin biçme ve harman zamanı ayları almakaktadır. Yani sıcak ve yağışsız bir yaz ortamı buğday üretimi için kesin bir zorunluluktur. Şimdi kuzey ülkelerinin bir kısmında da buğday ekiliyor. Çünkü yağmurun ara verdiği üçgün içerisinde tüm biçme ve harman işleri yapılabiliyor artık. Yazın yağmurlu geçtiği çoğrafyalarda eskiden de buğday yetişebilmekteydi elbette. Yine buralarda da yaz ortalarında başaklar eğilip sararmaktalar. Üretim için zaman yetmezliği aslolan.
Uzatığımız lafı toparlıyalım. Doğada varolan tüm canlılar doğal akışın, yani bir zamanın ve ortamın içerisinde yaşarlar . Zamanın ve mekanın özelliklerine uyum sağlarlar. Uyum sağlayamayanlar zaten yaşayamazlar. ZAMAN ve MEKAN somut koşulların iki ana belirleyicisidir. İnsanlar, hatta tüm canlılar içinde yaşadıkları zaman ve mekanın kendilerine sunduklarını değerlendirip, iradi olarak nelere/ nasıl müdail olabileceklerinin hesabını kitabını yaparlar. Belli bir zamandaki (ömrümüz içerisinde) ve belli bir mekandaki ( evrende, Dünyada, şu veya bu ülkede, şu şehirde, mahallede veya köyde) somut koşullar değerlendirilir. Düşünsel anlaşılırlık sağlanır veya sağlanmaya çalışılır. Ardından neler yapılabileceği saptanır. İradenin , bireysel veya ortak iradenin yapıp edeceklerine iş denir; eylemlilik denir. Siyasetçi dilinde yapılacak edileceklere politika denmektedir. Uzun zamanlı yapılması düşünülene strateji, yakın ve kısa zamanlısına taktik de denir.
Ben Mars’ta devrim yapacağım ve sosyalizmi Mars’ta kuracağım diyene tebessüm edilir değil mi? Bugün, yarın ve yakın gelecek beni ilgilendirmiyor diyenin aklından şüphe etmekte herkesler haklıdır.
Birisi, bu yakınlarda bana ve kimi yoldaşlarıma, hemde birileri adına dedi ki; “…( konunun) özüne değil zamana ve mekana itiraz ediyor” sunuz. Anlaşılır olamaya çalışma çabam umarım anlayışla karşılanır.
29 Ekim 2018
Kemal Bilget.