İktidardaki komünist partilerin ideolojik teslimiyetleri, sosyalist sistemin çökmekte olduğunu haber veren en açık işaretti. Sistemin kendini yenilemesi, birikmiş sorunlarını sosyalizm çerçevesinde çözümleyerek aşması mümkün müydü? Bu soruya bugün verilecek herhangi bir cevap spekülasyondan öte gitmeyecektir. Ancak şu bir gerçek ki, eğer bir çıkış yolu vardıysa bile bu, tıkanma noktasına gelmiş bir sistem şurda kalsın, bazı sorunlarına rağmen henüz sağlam durumdaki bir yapıyı bile yıkılma eşiğine getirecek olan politikalarla mümkün değildi. Gorbaçov ve hempalarının yaptığı, sosyalizmin sorunlarını, sistemi kapitalizm yörüngesine sokarak çözmek, diğer bir deyişle sistemden vazgeçmek, kapitalist düzene geçmek için yapıyı yıkmaya girişmekten başka bir şey değildi. Ancak bunu ‘sosyalizmi yenilemek’ adına yapıyorlardı.
Mihail Gorbaçov ve şürekası, sosyalist sistemin tepeden yıkılmasına 1985 Nisanı’ndan itibaren glastnost (açıklık), perestroyka (yeniden yapılanma) ve novoe mişleni (yeni düşünce) sloganlarıyla giriştiler.
Emperyalist dünya, ilk başta şüphe ve tereddüt içine düşmüş, ama bu yeni ekibin ‘ne kadar samimi olduğunu’ kanıtlayan adımlar atmaya başladığını görünce Gorbaçov ve ekibini övgüler, vaatler, ağırlamalar ve armağanlarla teşvik ederek işlerini kolaylaştırmıştı.
Gorbaçov ve yardakçıları ‘Soğuk Savaş’ı bitirmek üzere emperyalist batıya ‘Yeni Politik Kültür’ hediye ediyorlardı. Bu slogana göre iki sistem arasındaki gerilim ve uzlaşmazlık yapaydı, her iki sistem uzun yıllar boyunca nükleer silahların dehşet dengesi altında birbirlerine güvenmemeyi esas almış, işbirliği yerine çatışma kültürünü benimsemiş, ‘barış içinde bir arada yaşama’nın sağlam güvencelerini yaratmamışlardı. Bunun nedeni, tarafların dogmatik ideolojik tutumları, dar sınıf bakış açıları ve eski düşünüş tarzları ve alışkanlıklarıydı. Bu durum silahlanma yarışını ve gerilimli ortamı tırmandırmış ve yerküreyi toptan yokedecek tehlikeli bir noktaya getirmişti. Artık bütün insanlık, bütün canlı hayat yok olma tehlikesi altındaydı. Atom bombaları zengin – yoksul ayırdetmezdi. Biz hepimiz aynı gemideydik, gemi battığı zaman hiçbirimiz kurtulamayacaktık. Bu nedenle karşılıklı güven bunalımını gidermek ve işbirliği içerisinde yeni bir dünyayı birlikte kurmak zorundaydık. Bunu başarabilirdik, çünkü hepimiz birbirimize karşılıklı olarak bağımlılık içerisindeydik.
Bu bakış açısıyla sınıf mücadelesinin sona erdiği, çatışma kültüründen kaçınmak ve devrim düşüncesi ve eyleminden vazgeçmek gerektiği, marksizm – leninizmin düşünce kalıplarının zamanın ihtiyaçlarına cevap veremediği; bu yüzden de aşılması gerektiği ileri sürülüyordu.
Gorbaçov ve şebekesi yeni kavramlar kullanıyordu: Global sorunlar, bütünleşme, karşılıklı bağımlılık, evrensel ilkeler, Ortak Avrupa Evi, Hepimiz Aynı Gemideyiz, yenilenme, reform vs. vs.
Bunları emperyalist demagogların dillerinden düşürmediği demokrasi, özgürlükler, insan hakları vs. kavramlarının bol bol kullanılması izliyordu.
Sosyalizmin ideolojik gerileme, yahut bunalım içine düştüğü zamanlar; işçi sınıfının mücadelesinin zayıfladığı; buna karşın burjuvazinin saldırıya geçtiği zamanlarla kesişir. Genişleme devresine girmiş kapitalizmin ayarttığı eski sosyalist önderler kapitalizm cephesine geçerken sosyalizm adına sosyalizmle hesaplaşma içerisine girerler; sosyalizmin kimi kavramlarını kendilerine göre yeniden tanımlamaya başlar, kimilerini geçersiz veya aşılmış ilan eder ve doktrinin özü yerine lafzına doğmatik biçimde sarılırlarken yepyeni kavramlar da ortaya atarlar. Burjuvazi, ‘egemen sınıf içgüdüsü’ ile, bu yeni söylemin emekçi kitleleri ayartmak, onların sınıfsal içgüdülerini ve bilinçlerini şaşırtmak, mücadele dirençlerini kırmak ve üzerlerinde burjuva fikirlerin egemenliğini kurmak için ne kadar ‘yararlı’ olduğunu kavramakta gecikmez.
Bu kez de böyle oldu. Daha önce kullanılmış olsalar bile, sınırlı bir çevrenin dışına taşmamış, yahut tedavüle hiç girmemiş, girse bile piyasada tutmamış, belki burjuva literatüründe hiç yer bile almamış veya başka bir anlamda yer almışsa da artık modası geçmiş bazı kavramlarla Weltpolitik arenasına dalan Gorbaçov, özellikle iki kavramı müthiş bir beceriyle(!) milyonlarca insanın odalarına getirdi; küreselleşme ve yeni dünya düzeni… Sovyetler Birliği’nin yıkılması esnasında, her türlü yolla yıllar boyunca sosyalist sistemi yıkmaya çalışmasına rağmen bunu başaramamış olan emperyalist dünyaya hiç beklemedikleri bir zaferi altın tepside sunma ve böylece dünyayı kapitalizmin dizginsiz hakimiyeti altına alma olanağı yanında bu olanağı kullanmalarında yardımcı olacak olan ideolojik silahları da armağan ediyorlardı. O gün bugündür bu iki kavram emperyalistlerin dillerinden düşmedi. Bu iki kavram yeni emperyalizmin simgesi haline geldi.
Gorbaçov ve yardakçılarına göre artık evrensel barış çağına giriyorduk. Böyle olunca, Sovyetler Birliği, dünyanın çeşitli yerlerinde süregiden ulusal kurtuluş hareketlerini ve bağımsızlıklarını yeni kazanmış ülkelerin ‘kapitalist olmayan yoldan kalkınma’ çabalarını desteklemekten vazgeçiyor, sırtını halklara yüzünü emperyalistlere çeviriyor, batıya ‘barış eli’uzatıyordu.
Gorbaçov, “günümüz dünyasının karşılıklı olarak birbiriyle bağımlılıkları sonucu bütün halklar, bir tek halata bağlı bir dağcı grubuna benzetilebilir. Dağcılar ya hep birlikte dağın tepesine doğru tırmanacaklar, ya da hep birlikte aşağı yuvarlanacaklardır”diyordu. (M. Gorbaçov, Asıl Neyi İstiyorum, Dönemli Yay. syf. 20)
‘Güven iklimini artırıcı’ Gorbaçov politikaları emperyalistlerde gitgide sıcak karşılık bulmaya başladı. 1987 Aralığında Amerikayla orta menzillli balistik füzelerin ortadan kaldırılması anlaşması imzalandı. Daha sonra 14 Nisan 1988’de Cenevre’de yapılan Zirve’de varılan anlaşma uyarınca Sovyet askerleri Afganistan’dan çekilmeye başladı. Dünyanın ‘barış iklimine girdiği ve bu iklim içerisinde Filistin sorununa çözüm getirileceği’ konusunda ikna edilen Filistin yönetimi Filistin devletinin kuruluşunu ilan ederken; dolaylı biçimde İsrail’in varlık hakkını ilk kez teslim etti (11 Aralık 1988).
Sovyetler Birliğinin kayıtsız bakışları altında Doğu Avrupa’da sosyalist rejimler birer birer çözülmeye başladı. 1988 Mayıs’ında Janos Kadar Macaristan Komünist Partisi’nin başından ‘uzaklaştırıldı’. Arkasından bu parti ‘eşi görülmemiş bir reform hareketine’ girişti ve Şubat 1989’dan itibaren ‘çoğulcu’ rejime geçti. 2 Mayısta Avusturya’ya olan sınırlarını serbest geçişe açtı. Böylece güya ‘sınırların açılması ve duvarların yıkılması çağı’ başlıyordu. Batı Almanya’ya kapağı atmak isteyen Doğu Almanya vatandaşları vuslatlarına bu yoldan eriyorlardı. Bu gelişme, Doğu Almanya’nı Batı tarafından yutulmasıyla sonuçlanan olaylar zincirini tetikliyordu. 1989’un 6-7 Ekim günlerinde Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin 40’ıncı yıldönümü kutlamalarına katılan Gorbaçov ‘Hayat geç kalanları cezalandırır’ diye yöneticileri tehdit ediyor, ardından 18 Ekim’de E. Honecker kızağa alınıyordu.
‘İktidardan düşürülmesinin Moskova tarafından tezgahlandığını’ açıklayan Honecker’in Kapital’e kurban sunulması, sosyalist sistemin en önemli kalelerinden birinin, başta Federal Almanya olmak üzere, emperyalist batıya beleşe teslim edilmesiydi ve gerçekten de Moskova’daki klik tarafından düzenlenmişti.
Gorbaçov ekibi Varşova Paktı’nın dağılmasına giden yolu ‘Brejnev doktrinini terk ettiklerini’ açıklayarak açtı.
12 Kasım 1968’de Polonya Birleşik İşçi Partisi 5. Kongresinde SBKP Genel Sekreteri Leonid Brejnev tarafından dile getirilen doktrine göre, sosyalist bir ülkede sosyalizmin tehlikeye düşmesinin tüm sosyalist ülkeler için tehlike anlamına geleceğinden hareketle, pakta bağlı ülkeler, gönüllü olarak ‘ulusal egemenlik haklarını’ sınırlıyor; sosyalizmden ‘geriye dönme hakkından’ feragat ediyordu. Böylece, Sovyetler Birliği, sistemin güvenliği için müdahale hakkını tekeline almış oluyordu. Bu konuda dayanak alınan temel tez şuydu: ”Tek tek ülkelerin egemenlik hakkı, sosyalist ülkeler topluluğunun ortak çıkarları çerçevesinde geçerlidir; bu çerçeveyi tehdit edecek, kapitalizme dönüşe yol açacak bir durumda ulusal egemenlik iddiası ileri sürülemez.”
1988 Haziranında düzenlenen SBKP 19. Konferansında bu doktrin resmen iptal edildi. Her sosyalist ülkenin kendi ekonomik ya da siyasi yolunu değiştirmekte serbest olduğu kabul edildi.
”Yeni düşüncenin kilit unsuru, seçme özgürlüğü kavramıdır. Biz bunun, insanlığın yaşamını sürdürmesinin dünyadaki temel sorun, dünyadaki ortak payda olduğu bir zamanda, uluslararası ilişkilerde evrensel bir ilke olduğuna inanıyoruz.
Bu kavram, dünyadaki eşi görülmemiş ve artan çeşitlilikten kaynaklanıyor. Şimdiye kadar gölgede kalmış milyonlarca ve milyonlarca insanın dünya tarihine aktif katılımı gibi bir olguya tanık olmaktayız. Bu milyonlar, bağımsız tarihin yapımına, tümüyle yeni koşullarda katılıyorlar. Evrensel olarak büyüyen ulusal bir bilinç ortamında, kendi öz yollarının seçimi üzerine söyleyecekleri çok söz vardır.
Bu durumda değil silahla, başka herhangi bir araçla bile dışarıdan bir toplumsal sistem, yaşam biçimi ya da dış politikalar dayatılması, geçmiş dönemlerin tehlikeli tuzaklarını mezardan çıkarmak anlamına gelecektir. Egemenlik ve bağımsızlık, eşit haklılık ve içişlerine karışmama, uluslararası ilişkilerin evrensel kuralları haline gelmektedir. Bu kendi başına, 20. Yüzyılın önemli bir kazanımıdır. Seçme özgürlüğüne karşı çıkmak, tarihin nesnel akışına karşı durmak demektir. İşte bu nedenle tüm biçimleriyle güç politikası tarihsel olarak ömrünü doldurmuştur.
Kısacası, yeni düşüncenin ve ona dayanan politikaların çağdaş dünyanın ivedi gereksinim ve zorunluluklarına, doğru bir yanıt getirdiğine derinden inanıyoruz. Bunlar, umudu canlandırdı ve insan düşüncesindeki temel değişiklijklerin yolunu açtı.” (SBKP 19. Konferans Belgeleri, Amaç Yayıncılık, İstanbul, Kasım 1988, sf. 92 – 93)
Gorbaçov bu ‘derin inanç’la Varşova Paktı ülkelerine ”Perestroyka” dayatmaya girişti. Halkların seçme özgürlüğüne karışmayacaklarını belirten perestroykacılar Sovyetler Birliğinin müttefiği sosyalist ülkeler yöneticilerini ”yeni düşünce” doğrultusunda ”reformlar” yapmaya zorlamakla kalmadılar; istedikleri türden değişiklikleri bizzat organize ettiler, işbaşındaki yöneticilerin dirençlerini kırmak için her türlü yolu kullandılar; emperyalist ülkeler yöneticileriyle yaptıkları pazarlıklarla sosyalist ülkelerin ‘evrensel demokrasi ve özgürlük’, yani kapitalizm yoluna dönmesi için ellerindeki imkanları harekete geçirdiler.
Oysa batı ülkeleri ‘halkların seçme özgürlüğü’nü ciddiye bile almıyordu. ‘Seçme özgürlüğü’ sosyalizmden vazgeçip kapitalizme dönmek için vardı; Batı, bu özgürlüğe büyük önem veriyor, Gorbaçov’u bu bakımdan canla başla destekliyordu. Ama aynı Batı Filistinlilerin kendi topraklarında bağımsız yaşama ve topraklarını işgal etmiş İsrail’in boyunduruğunda yaşamayı reddetme özgürlüğünü takmıyordu. Amerika El Salvador’da Farabundo Marti Kurtuluş Cephesi öncülüğünde diktatörlüğü yıkmakta olan Salvador halkının seçme özgürlüğüne karşı diktatörlük rejimine silah ve malzeme yardım etmekle kalmıyor; kendi askerleriyle de fiilen destek oluyordu. Vietnam Savaşı ‘kahramanı’ ve İran-Kontra fiyaskosu yiğidi Oliver North, bu kez Nikaragua’da Sandinistalara, El Salvador’da, Honduras’ta ve öteki ülkelerde devrimci halk hareketlerine karşı Kontralara kumandanlık ediyordu. Gorbaçov ve ekibi Brejnev Doktrini’nden vazgeçerken, ABD Truman Doktrini, Eisenhoover Doktrini, Carter Doktrini, Reagan Doktrini gibi müdahaleci doktrinlerin hiçbirinden vazgeçmediği gibi bunları daha da geliştiriyor; dünyayı ABD hakimiyeti altına almak üzere harıl harıl faaliyet yürütüyordu.
SBKP Konferansı’nda ‘yeni düşünce doktrinini’ onaylatan Gorbaçov, 7 ve 8 Temmuz 1989 ‘da Bükreş’te yapılan Varşova Paktı ülkelerinin zirve toplantısında Brejnev Doktrinini terk ettiğini alenen ilan etti.
25 Ekim 1989’da Mihail Gorbaçov Helsinki’de Finlandiya Cumhurbaşkanı Mauno Koivisto’yu ziyaret etmişti. İki devlet başkanı ‘rakip durumdaki bir müttefikler kampına, tarafsız bir devlete ya da kendi müttefik kampı içindeki bir ülkeye karşı silahlı kuvvete ilk başvuran taraf olmayacaklarını’ açıkladılar.
Bu ortak açıklama 26 Ekim 1989 tarihli İzvestiya Gazetesinde şöyle yer alıyordu:
”Nükleer silahlara sahip bir Avrasya ülkesi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin daimi üyesi ve Varşova Anlaşması Örgütünün bir üyesi olan Sovyetler Birliği ve nükleer silah sahibi olmayan tarafsız bir Kuzey Avrupa ülkesi olan Finlandiya […] aşağıdaki prensipleri ve öncelikleri Avrupa’da […] uygulamaya […] kararlı olduklarını bildirirler. […] Ne bir askeri – siyasi ittifakın öbür bir ittifaka karşı, ne bu ittifakların kendi içlerinde, ne de bu taraflardan herhangi birinin tarafsız bir ülkeye karşı kuvvet kullanması hiçbir biçimde meşrulaştırılamaz.”
O zamanki Sovyet Dışişleri Bakanı Edward Şwardnadze’nin basın sözcüsü ve Helsinki buluşması delegasyonunun da bir üyesi olan Gennadi Gerasimow, batı basınına yılışa yılışa, Gorbaçov’un bir ‘Sinatra Doktrini’ oluşturduğunu, artık ‘Sinatra-Doktrini’nin geçerli olduğunu şu sözlerle açıklıyordu:
„You know the Frank Sinatra song, I Did It My Way? Poland and Hungary are now doing it their way. I think the‚ Brezhnev Doctrine‘ is dead.“ [Frank Sinatra’nın Yolumu Kendim Seçtim şarkısını biliyorsunuz, değil mi? Polonya ve Macaristan artık kendi yollarını kendileri belirliyorlar. Ben ‘Brejnev Doktrini’nin öldüğünü düşünüyorum.]
1989 Temmuz başında Bükreş’te yapılan Varşova Paktı ülkeleri zirve toplantısı sonuç deklarasyonunda sosyalist ülkeler arasındaki ilişkilerin bundan böyle ”eşitlik, bağımsızlık ve her bir ülkenin dışardan bir karışma olmaksızın kendi özgül stratejik ve taktik çizgisini özgürce izleme hakkı temellerinde olacağı” belirtilmekteydi. Böylece üye ülkeler için Sovyetler Birliği’nin garantörlüğü ortadan kalkmış oluyordu.
Gorbaçov’un işaretini alan Macar hükümeti 19 Ağustos’ta Avusturya sınırında bir kapıyı, 11 Eylül 1989’da ise bütün sınırları tamamen geçişe açtı. Doğu Alman vatandaşları, Avusturya üzerinden Federal Almanya’ya akın akın akmaya başladı. Çekoslovakya kendi toprakları üzerinden geçen göçmen akınının kabul edilemez olduğunu bildirdi. Demokratik Almanya hükümeti 3 Ekim’de sosyalist ülkelerle olan sınırlarını kapatmak zorunda kaldı. Gorbaçov’un 6 – 7 Ekim 1989’da DAC’nin 40. Yıl kutlamalarında ‘Hayat geç kalanları cezalandırır’ diye kükremesi harekete geçmeye hazır güçlere yeşil ışık oldu. Berlin’de sokak gösterileri şiddetlendi.
9-10 Kasım günlerinde Berlin Duvarı yıkılıyor; kendilerine ‘ne olursa olsun kışlalarından çıkmamaları’ emredilmiş olan Sovyet Birlikleri (400 bin asker) gelişmeleri sessizce izliyorlardı. Bu süreç bir yıl sonra, önce II. Dünya Savaşı’nın dört galibinin 12 Eylül 1990’da iki Almanya’nın birleşmesine onay vermeleri; ardından da 3 Kasım 1990’da DDR’in BRD tarafından yutulmasıyla tamamlanacaktı.
”SED – Almanya Sosyalist Birlik Partisi Politbüro’su Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından 10 – 11 Ekim günlerinde olağanüstü oturum yaptı. Burada genel sekreter Honecker’den hafta sonuna kadar bir yol haritası sunması istendi, Honecker’in direnmesine rağmen Egon Krenz vasıtasıyla kamuoyuna Honecker’in Danimarka’ya yapacağı ziyaretin iptal edildiği duyuruldu. Honecker’i istifaya zorlamak için Politbüro üyeleri arasında Egon Krenz insiyatifinde kulisler, nabız yoklamalar, görüşmeler yapılmaya başlandı. Krenz ordunun ve istihbarat örgütü Stasi’nin desteğini sağladıktan sonra Gorbaçov ile görüşmek ve ona Honecker’i düşürme planı hakkında bilgi vermek üzere Politbüro üyesi Harry Tish’i Moskova’ya gönderdi. Gorbaçov başarılar dileyerek E. Krenz ve diğerlerinin beklediği işareti verdi. Ardından Honecker’in nasıl tasfiye edileceğini saptamak üzere SED (ASBP) baş ideologu Kurt Hager 12 Ekim günü Moskova’ya uçtu.
SED Merkez Komitesinin Kasım sonunda yapılması planlanan toplantısı, politbüronun acilen yenilenmesi gündemiyle hafta sonuna çekildi. MK topantısından önce düzenlenecek PB toplantısından bir gün önce, 16 Ekim akşamı Egon Krenz ve Erich Mielke telefon aracılığıyla diğer PB üyeleriyle görüşerek onları Honecker’in görevden alınmasına ikna ettiler. 17 Ekim günü PB toplantısının açılışında Honecker usullere uygun olarak ‘Gündem için başka önerisi olan var mı’ diye sordu. Willi Stoph önerisi olduğunu bildirdi: ”Honecker yoldaşın genel sekreterlikten alınması ve yerine Egon Krenz’in atanmasını öneriyordum” dedi. Donakalan Honecker bir süre göz gezdirdikten sonra, ‘Pekala, o halde oturumu başlatıyorum’ dedi. Arka arkaya görüş bildiren üyeler öneri lehinde tutum koydular, Günter Schabowski öneriyi Honecker’in devlet başkanlığı ve Ulusal Savunma Konseyi başkanlığı görevlerinden de alınması yönünde daha da genişletti. Honecker’in gençlik arkadaşı Günter Mittag bile ona sırtını döndü. Alfred Neumann söz alarak Mittag ve Joachim Herrmann’ın da görevden alınmalarını önerdi. Erich Mielke, DDR’in halihazırda içinde bulunduğu kriz ve kargaşadan ötürü Honecker’i suçladı ve bağırarak eğer istifa etmezse elinde bulunan onu rezil edecek bilgileri deşifre edeceğini söyledi. Üç saatlık toplantı sonucunda Politbüro Honecker’i oybirliği ile görevinden aldı. SED MK’ne Honecker, Mittag ve Herrmann’ın görevlerinden uzaklaştırılmaları teklifi götürülmesi kararlaştırıldı. Takib eden MK genel toplantısında MKnın 206 üye ve aday üyesi hazır bulundu. 16 üye, aralarında Margot Honecker de dahil, katılmamıştı. MK, Politbüro’nun tavsiyesini onayladı. Bir tek bir üye karşı oy kullanmıştı Yüksek Parti Okulu’nun eski müdürü, 81 yaşındaki Hanna Wolf. Karara göre: ”MK, Erich Honecker’in, sağlık nedenleriyle genel sekreterlik, devlet başkanlığı ve ulusal savunma konseyi başkanlığı görevlerinden alınması talebini onaylıyor”du. Egon Krenz alkışlar arasında oybirliği ile genel sekreterliğe seçiliyordu. 20 Ekim’de Margot Honecker de bütün görevlerinden istifa ediyordu.” (Vikipedi, Almanca’dan – se.)
Gorbaçov’un ”Geride kalanları hayat cezalandırır” düsturuna uyan SED (Almanya Sosyalist Birlik Partisi) yöneticileri Honecker’in ipini çekerken, kendi ayakları altındaki sehpayı da çekmiş olduklarını düşünmemişlerdi. Onlar Honecker’in kellesini vererek iktidarlarını kurtaracaklarını sanıyorlardı. Oysa Gorbaçov ve şebekesi sosyalist ülkeler topluluğunu dağıtma ve serbest piyasa ekonomisine geçme konusunda emperyalist batı ile çoktan anlaşmıştı. Eski katılaşmış, gelenekselleşmiş ilişkilerden, durağanlık ve alışkanlıklara esir olmaktan söz eden ve bunları aşmak istediğini söyleyen Gorbaçov ve hempaları sosyalizmi yıkmak üzere bu kusurlara yaslanmaktan, komünistlerin güvenlerini sömürerek onları kendi doğrultularında yönlendirmekten geri durmamışlardı.
“Gorbaçov Ekim 1988’de Mieczyslav Rakovski’ye: ‘Parti aparatını parçalamamız gerek. Ama bu ancak kitlelerin baskısı altında mümkün olabilir’, diyordu.” (M. Rakowski, Es begann in Polen, Hamburg 1995, s. 204’den aktaran Uwe – Jens Heuer, Das Ende der DDR und der Epochenumbruch, Marxistische Blätter, 5-04, 14. 9. 2004)
”Bu bakımdan en belirgin sinyal 1986 Sofya Zirvesi’nden itibaren Gorbaçov’un her fırsatta tekrarladığı, her partinin sadece kendinden sorumlu olduğu yolundaki tezleriydi. (Das Geschenk, s. 30.) Buna benzer biçimde sık sık kullanılan ‘Ortak Avrupa Evi’ formülasyonu da ikili anlam taşıyordu. Gorbaçov daha 1986 Ekim’inde kendi görüşüne göre genel insanlık sorunları ve çıkarlarının en birincil önceliğe sahip olduğunu ve sınıf çıkarları yerine bunların savunulması gerektiğini söylüyordu. (M. Gorbatschow, Erinnerungen, Berlin 1995, S. 303). 1988 Sonbahar sonlarında BM Genel Kurulunda yaptığı konuşmasındaysa, Gorbaçov, devletler arası ilişkilerin ideolojik yaklaşımlardan arındırılması teklifini ileri sürüyordu. Böylece dünya halkları ‘tamamen yeni bir tarihsel çağa’ girmiş olacaklardı. (M. Gorbatschow, Rede in der UNO, Neues Deutschland vom 8. 12. 1988.) Bu ideolojik dönemeç kavşağı Batı’da önce bir yanıltma manevrası olarak değerlendirildi, Doğu’da benimsendiği gibi endişelere de yol açtı. Sonucu pratikte atılan adımlar tayin edecekti. Bunların DDR’e (DAC’ne) ilişkin olanlarını Gorbaçov’un etrafındaki ‘Germanistler Fraksiyonu’ belirlemekteydi. (Das Geschenk, sayfa 67 ve devamı.) Kamuoyu önünde bunları en keskin savunanlardan birisi, bu fraksiyonun aktiflerinden olan Vyaçeslav Daçişev, Nisan 1987’den beri Dışişleri Bakanlığı’nın ‘Sosyalist Avrupa Ülkeleri Bilimsel Danışma Kurulu” başkanlığını yapıyordu. O, Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş’ı kazanma şansının olmadığını düşünüyordu. O halde, bunun köklerini söküp atmak, yani Doğu Avrupa üzerindeki Sovyet hakimiyetinden vaz geçmek gerekiyordu. (Moskau musste die DDR endlich loslassen, Neues Deutschland vom 5./6. Mai 2001) (Uwe-Jens Heuer- adı geçen yazı)
10 Kasım’da Bulgaristan’da Todor Jivkov kızağa çekilirken; 17 Kasım’da Prag’da Çekoslovak ‘Kadife Devrim’ kıvılcımı çakıyor; 10 Aralık’da iktidar el değiştiriyordu. Çekoslovakya’da öğrencilerin başlattığı olaylar tırmanırken, Prag’da Çekoslovakya İçişleri Bakanı birinci yardımcısı Jan Ruml açıkça Kremlin’i suçluyordu. Jan Ruml, KGB’nin her yerde hazır ve nazır olduğunu, halkı kışkırttığını, olayları körüklediğini söylüyordu. Yine Aralık ayında Romanya’da Çavuşesku devriliyor ve yüzleri maskeli üç kişilik düzmece bir ‘devrim mahkemesi’nin ardından eşiyle birlikte alelacele kurşuna diziliyordu (25 Aralık 1989). Polonya’da 24 Ağustosta muhalefet önderi Mazowiezki’yi başbakanlığa atayan parlamento kararıyla kırk yıllık KP iktidarına son veriliyordu. Böylelikle Varşova Paktı fiilen ortadan kalkıyordu. Buna karşılık, hayalperest Gorbaçov’un tezleri gereğince NATO’nun da varlığına son vermesi icab ederdi; ama NATO’nun feshedilmesi şurda dursun; zaman içinde kapsamı daha da genişleyecekti.
Varşova Paktı’nın çökmesini Sovyetler Birliği’ndeki ilk çözülmeler takip etti. 1990 yılı Mart’ında Litvanya (11.3.), Estonya (30. 3.) ve Mayıs’ında (4. 5.) Estonya bağımsızlıklarını ilan ettiler.
21 Kasım 1990 Malta Zirvesi’nde ‘Soğuk Savaş’ın bittiği ilan edildi.
Yeni Dünya Düzeni kuruluyor, insanlık, özgürlüklerin, demokrasinin ve insan haklarının geçerli olduğu yeni bir döneme; dünya, işbirliği ve ilerleme yoluna giriyor; dünyada ebedi evrensel barış dönemi başlıyordu.
Oysa ABD, tam da o sıralarda, Grenada’yı, Panama’yı işgal ediyor, Liberya’ya asker çıkarıyor, Honduras’ta El Salvadorlu devrimcilerle çarpışan askeri kuvvetlerini takviye ediyor, eğitip donattığı kontraların Nikaragua’ya saldırılarını şiddetlendiriyordu… Bu arada, ‘dünyada yumuşama ve barış sürecine girildiği’ yanılsamasıyla demokrasicilik oynamaya zorlanan Nikaragua’daki Sandinistaların devrimci iktidarı, yapılan seçimlerde, kontraların ağır baskısı ve Amerika’nın güçlü finansal desteğiyle yönetimden alaşağı edilmekteydi.
Gorbaçov, ABD başkanlarıyla görüşmelere giderken, ‘gereğinden fazla tavizler verdiğimizi biliyoruz, ama insanlığın çıkarı için bunun gerekli olduğuna inanıyoruz’ diyordu. Tam o sıralarda başta Amerika olmak üzere, emperyalist ülkelerin silah tekelleri Ortadoğu’da Suudi Arabistan, Mısır, İsrail, Türkiye gibi ülkelerle milyarlık silah satış anlaşmaları gerçekleştiriyordu.
Sovyetler Birliğinin son yöneticileri gaflet ve ihanet içerisine düştüklerini biliyor muydu?… Tarih, onların hem kendi kendilerini, hem de kendi halklarını ve dünya halklarını aldattıklarını ortaya koyacaktı. Gorbaçov SBKP’nin 19’uncu Konferansında konuşurken şunları söylüyordu:
”Cenevre anlaşmaları ve askeri birliklerimizin Afganistan’dan geri çekilmeye başlaması, tüm dünya için tehdit yaratan ve ulusların ilerlemesini engelleyen bölgesel çatışmaların politik çözüme kavuşturulmasında bir kilometre taşı olmuştur.” (SBKP 19. Konferans Belgeleri, Amaç Yayıncılık, İstanbul, Kasım 1988, sf. 94)
Oysa bunları söylediği sıralarda Pentagon’da ‘dünya çapında asimetrik savaşlar’, bölgesel savaşlar için yeni askeri konseptler, ‘önleyici savaş doktrini’ türünden emperyalist doktrinler geliştiriliyordu.
Gorbaçov Sovyet askerlerinin Afganistan’ı terketmelerini ”çağdaş dünyayı daha derinliğine anlayan ülkemizin isteğine” bağlıyor ve bu ”çağdaş” dünyayı şöyle tasvir ediyordu:
”Mevcut gerçekliklerin bir analizi, eğer bu gerçeklikler güçlendirilir ve dayanak alınırsa, yeni bir yüzyılın dönemecinde dünyanın şu eğilimler tarafından biçimleneceği değerlendirilmesine izin veriyor:
– Dünyadaki sayısız çelişkilerin çözümünde ve çıkarların dengelenmesinde, herkesin seçme özgürlüğünün tanınması ile birlikte, bencil tutkular ve önyargılar yerine, devletleri akıl, bilgi ve ahlaki normların harekete geçirmesiyle uluslararası ilişkilerin giderek demiliterize edilmesi ve insancıllaştırılması;
– Devletlerin güvenliğinin sağlanmasının, askersel potansiyellerin karşılıklı orantısı alanından, politik etkileşim ve uluslararası yükümlülüklere sıkıca uyulması alanına giderek artan ölçüde kayması; en başta Birleşmiş Milletler’in rolünün ve etkinliğinin artırılmasıyla evrensel bir güvenlik sisteminin biçimlenmesi;
– Bilimsel teknolojik potansiyeldeki muazzam büyümenin, daha uygar bir biçimde, dünya çapındaki ekonomik, ekolojik, enerji, beslenme, sağlık ve öteki sorunların bir bütün olarak insanlığın yararına ortak çözümü için kullanılması;
– Bağımsız devlet ve halklar arasındaki çeşitlenmiş ve gönüllü ilişkilerin, onların karşılıklı olarak hem maddi hem manevi anlamda zenginleşmesine mutlaka hizmet etmesi ve evrensel barışın yapısını güçlendirmesi.” (abç, sf. 94 – 95)
Bunları söyleyen Gorbaçov, fazla ileri gittiğini anlamış olmalı ki, ”Bunlar hayal midir, saldırganlık ve savaşın emperyalist kaynakları ortadan kalkmış mıdır?”, diye soruyor ve ”Hayır, diyordu, emperyalist militarizmden kaynaklanan barışa yönelik tehdidi unutmuyor ve başlamış olan olumlu süreçlerin geri döndürülmezliği konusunda henüz herhangi bir güvence olmadığını gözönünde bulunduruyoruz.” Ama bu sözlerin, gidişattan rahatsız ve bu politikalardan kuşkusu olan partilileri ve Sovyet yurttaşlarını teskin etmekten öte bir değeri olmadığı hemen ardından sarfettiği şu sözlerle anlaşılıyor:
”Yeni politik düşünce, gerçekte, güç politikalarına karşı koymada geçmişe göre daha geniş bir politik temelde yeni olanaklar görmemizi ve bulmamızı sağlıyor. Bu olanaklar, yüzyılımızın ikinci yarısında ortaya çıkan yeni nesnel etmenlerle de destekleniyor.” (sf. 95) Gorbaçov, bu ‘nesnel’ etmenlerin neler olduğunu söylemiyor; sadece demagoji yapıyordu.
Saldırganlık ve savaşın emperyalist militarizmden ileri gelen kaynaklarını ve barışa yönelik emperyalist tehditleri unutmadıklarını söyleyen Gorbaçov dünyadaki en belirleyici nesnel etmenin, aslında, emperyalist – kapitalist ekonomilerin tepeden tırnağa militerizeleşmeleri ve bunların dünya kaynaklarını hakimiyetleri altına alma açlıkları olduğunu dile getirmiyordu. Gerçekte 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısında ortaya çıkan en temel olgu, ekonomisinin belkemiği savaş sanayii olan Amerikan gücüydü. Ekonomisindeki bu özellik Amerika’nın siyasal sistemini, teknolojide başardığı atılımları, dünya çapında izlediği politikaları belirleyen en önemli özellikti ve halen öyledir. Üstelik Amerikan ekonomisinin militer niteliği, başını çektiği kapitalist dünyayı da bu yönde biçimlendirmiştir. En gelişmiş emperyalist ülkeler kendi ekonomilerini esas olarak militer sanayii ve onunla kopmaz biçimde bağlantılı olan finans oligarşisi temelinde organize etmiş, yeniden biçimlendirmişlerdir. Güçlü militer bir ekonomisi bulunmayan bir emperyalist ülke nüfuz ve hegemonya iddiasında bulunamaz. Ancak mesele sadece bundan da ibaret değildir; militer ekonomi emperyalist ülkelerin sadece siyasal bakımdan değil ekonomik bakımdan da başkaları üstünde üstünlük kurmalarını sağlayan en dinamik ekonomik sektördür. Bu ekonomilerin hiç bir krizde sarsılmadan ayakta kalan tek dalları militer ekonomi dallarıdır; militer ekonomi temelleri yokedildiğinde kapitalist sistemin ölüm çanları çalacaktır.
Emperyalist ülkelerin ekonomilerinin militerleşmesi, onların ‘yurt savunması’ ihtiyaçlarından değil; yeryüzünün zenginliklerine sahip olan başka ülkeleri egemenlik altına alma ihtiyaçlarından; tek kelimeyle zor olgusunun sadece siyasi bir gereklilik değil aynı zamanda vazgeçilmez bir iktisadi etmen, iktisadi güç olmasından da kaynaklanır. Bu, kapitalizme içkin olan, onun tarihini bir baştan bir başa kateden değişmez bir özelliktir:
”Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir. O, bizzat kendisi bir ekonomik güçtür.” ( Karl Marx, Das Kapital, Erster Band, Dietz Verlag Berlin, 1977, s. 779, Türkçe Kapital, Birinci Cilt, Sol Yayınları, s. 770)
Marx’ın burada bahsettiği ”Zor”, devletin kullandığı ”Zor”dur; kendi deyişiyle ”devlet kudreti”. Bu sözlerin yer aldığı pasaj şöyle: ”Şu halde, ilkel birikimin farklı konakları, az ya da çok, İspanya, Portekiz, Hollanda, Fransa ve İngiltere adlarıyla anılan dönemlendirmelere ayrılır. 17’inci Yüzyıl’ın sonlarında İngiltere’de kolonyal sistem, devlet borçları sistemi, modern vergilendirme sistemi ve himayecilik sistemi sistematik olarak bütünleştirildi. Bu metotlar kısmen zorbaca şiddet kullanımı , örneğin kolonyal sistem üzerine dayanıyordu. Ama hepsi, feodalizmden kapitalist üretim tarzına dönüşüm sürecini hızlandırıcı tarzda ilerletmek ve geçiş sürecini kısaltmak üzere, devlet kudretini, toplumun yoğunlaşmış ve örgütlü kudretini kullanıyordu. Zor, yeni bir topluma gebe her eski toplumun ebesidir. O, bizzat kendisi bir ekonomik güçtür.”
Fakat devlet zoru, sadece nitelikçe birbirinden temelden farklı eski bir toplum düzeninden yeni bir toplumsal düzene geçerken değil, aynı toplum düzeninin bir evresinden öbürüne geçerken de yardıma çağrılan ebedir. Bu yüzden kapitalizmin yeni bir birikim modeline geçtiği her yeni dönemde devlet zorunun silindir gibi herşeyin üzerinden geçmesi adeta bir kural durumundadır.
Şimdi böyle bir dönemden geçiyoruz. Sosyalist sistemin yıkılmasıyla birlikte bellibaşlı emperyalist ülkeler kendi gönüllerine uygun bir YENİ DÜNYA DÜZENİ kurmak için harekete geçtiler. Dünya pazarı, tek bir pazar haline geldi: Kapitalist dünya pazarı haline. Bu pazarda en güçlülerin borusu ötüyor. Ve bu boru, güçlülerin sadece ekonomik hakimiyetini ilan etmiyor; boru aynı zamanda militarist güç borusu olarak çalıyor; evrensel barışın değil; evrensel mahşerin borusu olarak çalıyor. Yeni dünya düzeni zor üstüne kuruluyor; bu, YENİ EMPERYALİZM diye nitelendirebileceğimiz bir aşamadır. Küreselleşme onu meşrulaştırmak için kullanılan ideolojik bir kavramdır; tıpkı barış, demokrasi, özgürlükler, insan hakları, adalet, uygarlık, ilerleme kavramları gibi; yeni emperyalizmin vahşi yüzünü gizlemekte kullanılan bir maskedir.
Samet Erdogdu·14 Ocak 2016 Perşembe