UNUTULAN İDAM, UNUTULAN DEVRİMCİ: LEVON EKMEKÇİYAN – 3
12. März 2011 um 23:31
EKMEKÇİYAN’IN MEZARINA KIZIL KARANFİL KOYMAK!
Gelelim Sevda Akdağ’ın Ekmekçiyan’la ilgili yazısının Hatspanian tarafından nasıl yorumlandığına. Sarkis Hatspanian bayan Akdağ’ın << bilinçaltının rahatsız edici öznelliğinin farkında bile olmadığını >> söylüyor. Bayan Akdağ’ın Ekmekçiyan’a işkence yapılmazdı şeklindeki sözlerine karşı diyor. Mamak Cezaevi vesilesiyle ise olduğunu vurguluyor. Eleştirisine şöyle devam ediyor:
Ekmekçiyan’a A Blok Kızlarının görebileceği şekilde kaba fiziki işkence edilmemesinin nedenini onun pişmanlık göstermesine bağlamak sığ bir değerlendirme olur. Mamak tutukluları üzerindeki o şiddetli zulüm ve işkencelere ve bunların sonucunda Mamak ”erkeklerinin” kurallara uymasına, buna rağmen gene de zulüm görmelerine rağmen cezaevindeki devrimcilerin iradelerini tamamen teslim alamadığının, tutsaklar arasında gözle görülmeyen ama varlığı her an hissedilen dayanışma duygusunun yok edilemediğinin farkında olan faşist yönetim bu dayanışmanın Ekmekçiyan’a da gösterilmemesi için özel ve bilinçli bir tutum takınmış görünüyor. Verdiği mesaj şudur: ”Siz ey yaramaz sağ ve sol teröristler! Her ne kadar tencerenin içine pislediniz, memleketin huzur ve güvenini bozdunuzsa da siz bizdensiniz. Bizim çocuklarımızsınız. Biz sizi severiz de, döveriz de. Siz kendi aranızda yardımlaşabilir, sağ – sol birbirinize karışarak barışabilir, yeniden dost olabilirsiniz. Ama bu Ermeni oğlu Ermeni’ye sakın yakınlık göstermeyin. Bakın biz bunun kılına bile dokunmuyoruz. Adam toplu katliam yaptığı halde kendisini el üstünde tutuyoruz. Bu, kendi davasına, arkadaşlarına bile ihanet etti. Öyle alçak, öyle aşağılık biri ki bununla dayanışmada bulunmaya, buna acımaya, sempati beslemeye değmez. Siz iyisi mi buna hiç mi hiç yüz vermeyin. Bu, adam bile değil. Zaten günleri sayılı. Nasıl olsa asacağız. Vaadlerle, iyi muameleyle biraz oyalıyoruz sadece. Son günlerinde biraz rahat etsin. Dünya alem de bizim ne kadar asil, düşmanına bile misafirperver yüce bir millet olduğumuzu görsün!…>>
Bu mesaj maalesef devrimci tutuklular tarafından sessiz bir onay almış görünüyor. Biri bayan, öbürü erkek iki Mamak tutuklusunun ikisinin de Ekmekçiyan’da vicdanıyla kavga eden bir itirafçı bulması başka bir şekilde açıklanamaz.
Sarkis Hatspanian Sevda Kuran’ın Ekmekçiyan’ın takım elbisesi üzerine yazdıklarına da açıklama getiriyor. Kuran’ın “Belki de o mahkemede nedamet getirip pişmanlığını ilan ettiğinde şefkatli cunta yönetimi ona bu takım elbiseyi hediye etmişti. Bilmiyorum” biçimindeki sözlerine diyerek cevap veriyor.
Sarkis Hatspanian’ın bu açıklaması idam mahkumu Ekmekçiyan’ın cunta tarafından değil hediyelere boğulmak; uzun süre çırılçıplak, elbisesiz bırakıldığını; daha sonra patriğin verdiği elbisenin ise bu süre boyunca giydiği biricik elbise olduğunu gösteriyor. Yani bu elbiseleri kirlendikçe yenisiyle değiştirme; yahut hücresinde başka giysi giyinip, mahkemeye takım elbiseyle gitme olanağı yok. Her yere aynı elbiseyle gidiyor. Eee, mahkemeye de çırılçıplak çıkaracak halleri yok ya!
Fakat Mamak’ın kurallara uymadıkları için dayak yiyen kızları Ekmekçiyan’ın üstünde hep aynı elbisenin bulunmasının anlamını başka türlü yorumluyorlar. Olur tabii, mahkumluk… İnsan zindanda serinkanlı düşünmeyebilir… Ama zindan, yılların ardında kaldığında geriye bakınca biraz daha mantıklı düşünebilmek gerekmez mi? Bize şöyle işkence yapıldı, biz şöyle direndik demek zindan gerçeğinin bir kısmını anlatmaktır. O zindanların, işkencelerin bir de gözle görülmeyen etkileri var ki asıl hesaplaşılması gereken, asıl derinlerde saklanan kötülükler bu etkilerdir.
Bu etkilerden bir tanesi, farkında bile olmaksızın zalimin aklıyla düşünmek, diliyle konuşmak, hisleriyle davranmaktır. İşkencecinin ruhu, mantığı, zihniyeti kurbana geçer; kurban, farkında olmadan işkencecisini içselleştirir.”Kurallara uysa da uymasa da dayak yemek” bir çok insanda zamanla bilinç sapmasına yol açar. O zaman her şey basitleşir; keple bot arasında muma çevrilmiş asker tayfasının sığ, yüzeysel, açısız, perspektifsiz, ufuksuz bakışı sadece işkence kurbanı olmakla kalmayan, işkencenin yeni bir biçim verdiği ruhunu, özünü yitirmiş bir garibe de dönüşen eski militanı esir alır…
Bu, kişinin kendi dünyasıyla sınırlı kaldığı sürece kişisel bir trajedidir; ama kafasını çoktan ”milli devlet”in bin kılığa giren tarih ve bilim dışı ideolojisinin pençelerine kaptırmış kimselerin; artık yeni bir kimlik sahibi olmalarına rağmen, halen eski şöhret ve ünvanla davranarak bu küflü zihniyeti kamuya devrimci kılık altında sunmaları sözkonusu olunca durum değişir.
Kimin diliyle ne söylüyorsunuz? Kimin kafasıyla nasıl düşünüyorsunuz? Bu soruların cevabı, sizin kendinizi nasıl gördüğünüzden daha önemlidir. Kendinizi tanıyıp tanımadığınız; olduğunuzu zannettiğiniz kişi ile gerçek kimliğiniz bu cevaplarda yatar. Eğer cevapta bir terslik, bir tezat, bir yamukluk varsa oturup düşünmelisiniz: Ben bu olduğumu sanıyorum ama neden onun gibi düşünüyor, onun diliyle konuşuyor, ona benziyorum? Ben düşman bildiğim, düşman olduğum, elinde zulüm ve işkence çektiğim şu ırkçı, şovenist devletin savunduklarından farklı bir şey söylemiyorsam; onunla niye kavga ediyorum?
Bu ve benzeri soruları, şu yazı vesilesiyle sormama neden olan bay Forta ve bayan Kuran, belki de bu sorular çerçevesinde mihenk taşına vurulacak en son kişilerdir. Yani o kadar önemli olmayabilirler; nihayetinde herkesin, kendi ağırlığınca, hacmince yeri vardır. Daha ”temsili”, daha namlı, şanlı kişilerin yanında onların önemi bile olmaz. Ama sorun kişiler değil; tutumlar, davranışlardır. Kişilerin ”rütbeleri” o zaman önem kazanır. Ulu önderin biri, vaktiyle esip gürler, mangalda kül, havada yel savururken şimdi sol söylem içinde resmi makamların davulunu çalıyorsa işte bu bir problemdir.
Türk devletinin Osmanlıdan miras aldığı ”tedip ve terbiye” usulleri ve araçları vardır. Bunlardan biri devşirme usulüdür. Daha çocuk yaşta ailesinden kopardığı köleleri sarayın kulu olarak yetiştirir; bunlardan sadrazamlığa kadar yükselen bile olur. Bunlar sultanın yani devletin nanını yemişlerdir; bu nana sadık kalmalı, ihanet etmemeli, nankörlük yapmamalıdırlar. Bütün varlıkları padişah efendilerinin ihsan, inayet ve şefaatlerine bağlıdır. O yüzden daima ”padişahım çok yaşa” demek zorundadırlar.
Başka bir yöntem sopadır. Sopa cennetten çıkmadır. Çocuğu eğitmede, kadını zaptı rapt altında tutmada, askeri itaat ettirmede ve mahkumu uslandırmada hep sopaya başvurulur. Çeşit çeşittir sopa: Bazen kalın bir meşe sopası, bazen nanını ekmeğini kesme, bazen sebepsiz yere, ya da sudan gerekçelerle yıllarca zindanda tutma, bazen vatan görevine koşup amele taburlarında veya sınır karakollarında her an eğitim zayiatı olma tehdidi altında zorla askerlik yaptırmadır.
Bu yolla nice vatan şairi yetiştirilmiştir. Sözgelimi ”komunist” Nazım Hikmet Kuvvayı Milliye destanlarını, Memleketimden İnsan Manzaralarını böylesi bir tedip altında kaleme almış; hiçbir ulus şairinin ”ulu ulusal önder, kutlu ata”sına yazıp sıralamadığı dokunaklı şiirleri o Mustafa Kemal uğruna yazmıştır. Yani usul tutmuştur; aklı başına gelmiş, hapiste uslanıp biraz adam olmuştur. Böyleleri çoktur…
12 Eylül ise bu kırılmanın doruğudur. 12 Eylül zılgıtından geçip de uslanmayan, teoriyi yenileyeceğim diye teorinin ırzına geçmeyi başlıca meşgale haline getirmeyen kaç ulu baş, kutlu önder, yanılmaz başkan var? Vallahi bilmiyorum. Ama bildiğim şu ki kimse artık kurtuluş stratejilerini, devrimin nasıl gerçekleştirileceğini, devrimle nelerin değişeceğini tartışmıyor; onun yerine teoriyi onarmakla, eksiğini gediğini tamamlamakla, yanlışlarını düzeltmekle, hatalarını saptamakla meşgul oluyor.
Bu nasıl yapılıyor peki? Somut koşulların, somut tahliliyle mi? Nesnel koşulları enine boyuna analiz ederek mi? Hayır; bir subjektivizmin, vaktiyle keskin solcu özelliği olan, çok bilmişliğin, ukalalığın yerine şimdi derviş subjektivizmi, peygamber vahiyciliği konarak yapılıyor.
Ama öznellik, olduğu yerde, kendine mahsus ayırdedici özellikleriyle, kala kalıyor. Bir elbiseye bakıyor ve ”belki de ihanete ödenmiş bir armağandır” diyor. Hücresini paylaştığı faşistin ”ben bu devlet uğruna cinayet işledim bunlar beni neden asmak istiyor” şeklindeki şaşkınlığına bakıyor; ötededeki devrimci militanın da ”beni idam etmeyeceklerini vaad ettikleri halde şimdi niye asıyorlar” diye şaşkınlık içine düşeceği sonucuna varıyor. Böyle düşündüğü için de infaz sabahında kılını kıpırdatmıyor; en ufak bir protesto, kınama davranışı göstermiyor. Levon Ekmekçiyan idam sehpasına bütün mahpushanenin ayakta olduğu, zincir şakırtılarıyla, ayak adımlarına kulak kesildiği bir şafak vakti yapayalnız, sessiz sedasız, in – cin dansları arasında asılıveriyor. Cunta asıp idam ediyor; cuntanın yat – kalk talimleri yaptırdığı Mamak ise utanç verici bir şekilde bu eşi – benzeri olmayan acaip idamı onaylayıveriyor. Ve buna yıllar sonra, Ermenistan’da bir hapishanede siyasi tutuklu olarak hapis yatan başka bir Ermeni devrimci isyan ve itiraz ediyor. Bu itiraz, bu isyan olmasa bizler daha nice bu masalları yorumsuz dinleyecek; bu sahipsiz idamı unutmaya ya da gölgede bırakmaya devam edecek ve ulusal kimliği T. C. tarafından bambaşka bir düzlemde tehdit olarak algılanan, baş düşman sayılan bir devrimciyi halen sahipsiz bırakmaya devam edecektik…
Evet, Hatspanian böyle soruyor; koca hapishanede yapayalnız kalmış tek idamlık devrimcinin sigara dumanını savuruşunda düşmana küfür, aleme isyan, orda koğuşlarda kendini gözetleyip de sesi çıkmayan devrimcilere karşı bir protesto anlamı da çıkarmak mümkün; ama Sevda hanım, her nedense nedametin utanç ve özrünün üflendiğini düşünüyor.
Hatspanian 20. Yüzyıl’ın ilk büyük soykırımı olan Ermeni soykırımının, gerçekleştirildiği topraklarda bu soykırımın burdaki halklardan kimseler tarafından gündeme alınmadığına veya buna cesaret edilemediğine işaret ediyor. ERMENİ DAVASI’nın hiçbir davadan daha geri, daha önemsiz, daha hafif olmadığını; hatta geriye kalan tüm davaların göbekten bağlı olduğu en kilit dava olduğunu söylüyor. Gerçekten de I. Dünya Savaşı boyunca ve sonrasında aşağı yukarı 10 yıl devam eden bir kırım neticesinde bu toprakların en kadim halklarından biri olan Ermeni toplumu Anadolu’da neredeyse tamamen yok olma eşiğine getirilmeseydi bugünkü Türkiye böyle mi olurdu? Pontus ve Ege rumları binlerce yıldır yaşadıkları ata – nene yurtlarından tamamen kazınır mıydı? Koçgiri, Dersim ve öbür Kürt katliamları olur muydu?
Ermeni soykırımının hesabını vermemiş bir ülkeyi, yeni soykırımlar yapmaktan kim alakoyabilir?
Kendini, yönettiklerini, taraftarlarını, dostlarını kandırmayı; herkese her zaman her yerde yalan söylemeyi alışkanlık haline getirmiş; işlediği suç, kusur , kabahat ve hataları hiç mi hiç üstüne almayan, kabul etmeyen; hep başkalarını suçlayan, hep geçerli bir maazeret uyduran bir zihniyetin en inkar götürmez cürümlerinden biri olan Ermeni soykırımını ister biraz olgunlaşıp, kendine ve aleme karşı dürüst davranma, hatalarını kabul etme cesaretine erişme; ister her taraftan gelen tazyikler, sıkıştırmalar, zorlamalar nedeniyle; isterse ”insan, insan” deyip duran, ”insan hakları” şampiyonluğunu elden bırakmayan ”medeni dünya”nın gecikmiş de olsa yeni bir Nürnberg Mahkemesi kurup onu yargılaması yüzünden olsun artık inkara yeltenmeyen; bunu kabul eden bir ülke ise kendini adil ve demokratik bir temelde yeniden kurma olanağına ulaşabilir.
Koçgiri kasabı Arnavut dönmesi Sakallı Nurettin Paşa’nın ”Zo diyenleri kestik, yokettik; şimdi sıra lo diyenlerde” sözü Ermeni Soykırımının daha sonraki soykırımlar için nasıl yol açıcı olduğunu gösteriyor.
Yani sözün kısası Sarkis yoldaş konunun bam teline basıyor. ERMENİ DAVASI bu ülkede özgürlük, demokrasi, ulusal haklar, insan hakları, barış, kardeşlik, adalet, sosyalizm isteyen herkesin en başta gelen problemidir. Dava sadece Ermeni halkının ulusal varlığı ve haklarını korumaktan ibaret değildir; bu ülkenin kendi günahlarından, önünü kapatan, onu geriye çeken, elini ayağını bağlayan, ruhunu esir eden, ahlakını bozan, zihnini kötürümleştiren acı hatıralardan da kurtulma sorunudur. Cürüm işlemiş bir suçlunun, yeni ve temiz bir hayata başlaması için ilk önce geçmiş suç ve günahlarıyla yüzleşmesi; onları işlediğini kabul etmesi; onları işlerken kendine bahane ettiği maazeretlerin geçersiz olduğunu anlaması gerekir.
Bu dava, sayıları tükenmenin eşiğine getirilmiş Anadolu Ermenilerinin üstüne yıkılamaz. Bu dava ana – ata yurdundan yıllar önce zorla kopartılmış acılı kuşakların bugünkü torunlarına da bırakılamaz; bunlarla birlikte, el ele, yan yana, omuz omuza Kürt ve Türk devrimcileri de bu davayı tatmin edici bir sonuca eriştirmek için en önde mücadele etmek zorundadırlar.
Bu yapılmadığı taktirde bu topraklarda ne Kürt sorunu çözülebilir, ne gerçek bir demokrasi gerçekleşebilir, ne özgürlük ve adalet sağlanabilir, ne de sosyalizm kurulabilir.
Hatspanian bir kişi olduğunu söyledikten sonra onu isyan ediyor. Gerçekten de Berlin doğumlu bir Dersimli Berlin’de doğmuş olmaktan dolayı nasıl ki Dersimli olmaktan çıkmaz ve Berlinde doğması sebebiyle Dersimlilere uzak, çok uzak bir halkın çocuğu olmazsa Levon Ekmekçiyan da ataları zorla göç ettirildiği için Lübnan’da doğması sebebiyle Adanalı olmaktan çıkmaz. O, Adanalıdır, hem de Hatspanian’ın sözleriyle: Ermeni halkının yiğit evladı, mangal gibi yürek sahibi Adanalı.
Anayurtlarından zorla sürülmüş Ermeniler sonradan yerleştikleri ülkelerde kimliklerini korudukları gibi, anayurtlarına da bağlı kalmışlardır. Fakat dünyanın dört bir tarafına dağıtılan Ermenilerin zamanla ulusal kimliklerini kaybettikleri de bir gerçektir. Buna rağmen pek çok Ermeni için atalarının doğdukları kentler sıla konumundadır. Beyrut’ta yaşar ama Harputludur, Adanalıdır, Malatyalıdır. Pariste yaşar ama Erzincanlıdır, Erzurumludur, Vanlıdır. Bir çoğu anayurtlarını ziyaret etmek için tatillerini Ararat’ta, Van’da, Elazığ’da geçirir. Yani toprağından öz toprağından zorla sürülmüş Ermeni halkı, o topraklara uzak hele de çok uzak bir halk değildir. Hatıralarıyla, gelenek – görenekleri ve öteki kültürel öğeleriyle, tarihteki yerleriyle yakın, çok yakındır. Ermeniler köylerini, mahallelerini sadece gönüllerinde, dillerinde taşımakla da kalmamış, yerleştikleri yerlerdeki mahallelere, sokaklara, mekanlara, hatta çocuklarına o yerlerin adlarını vermişlerdir. Öte yandan o kadar isim değiştirmelere rağmen Türkiyede bugünkü pek çok yerleşim yerinin, köyün, kazanın, kentin, dağın, ırmağın adı eski Ermenice, Kürtçe ve öbür dillerden coğrafi adların değiştirilmiş hallerinden başka birşey değildir.
Hatspanian, ; Mamak’taki öteki mahkumlarla kıyaslamanın yersiz olduğunu belirtiyor ve diyor. Diğer yandan bayan Kuran’ın göründüğünü belirtiyor. Sonra da bu ”hesaplaşmanın” adını koyuyor:<< Bu, "bir başka hesaplaşmanın" ne olduğuna gelince... Hayri Argav'ın Belge Yayınları'nda çıkan "O ŞAFAĞIN ATLILARI - 12 Eylül İdamları" adlı kitabında tek "UNUTULAN ADAM" Levon Ekmekçiyan'ın üyesi olduğu ASALA'nın dünya ve insanlığın gündemine taşıdığı ERMENİ DAVASI'ndan başka birşey>> değildir bu… Sonra ilave ediyor. Bu arada Hatspanian, bayan Kuran’ın diyerek bayan Kuran nezdinde tüm devrimcilere bir dileğini de iletmiş oluyor: Levon Ekmekçiyan’ın Ankara’da kimsesizler mezarlığındaki kayıp mezarını bulup kızıl bir karanfil koymak!
********
12:03:2011