„Zamanın ruhu” [Zeitgeist] kadınların üstünde mahşerin dört atlısı gibi dolaşıyor. Daha dün bir baba, Ankara’da, “erkek arkadaşı var”, diye kızını öldürdü. Hergün bir kadın cinayeti işleniyor.
Kadın cinayetleri, kadının boynuna „namus“ boyunduruğu takılalı var. Bu boyunduruğu kıran ya da kırdığı varsayılan kadının katl’i hem „şeriat”, hem töre gereği vacip ve farz. Ama şimdiki cinayetler erkeğin ve toplumun bu ezeli “hak”ının tekrar tekrar kullanılmasından ibaret değil.
Eskiden yüce „namus“ uğruna cinayetler, ağırlıkla kırlarda, toplumun henüz feodal alışkanlıklar ve değer yargılarıyla düşünen ve davranan kesimlerinde işlenirdi. Bu konuda din ve mezhepler arasında fark da yoktu.
Kadın cinayetleri, nüfusun kentlileşmesiyle, ağırlıkla kentlileşti. Kadın kuruluşları, insan hakları örgütü, haber organları her gün, her hafta, her ay, her yıl o süreye denk gelen kadın cinayetleri, yaralanmaları, kadınlara yönelik şiddet olayları rakamlarını açıklıyor. Sayılar korkunç. Bunlara, kamuoyuna yansımayan, „aile içinde“ örtbas edilen sayısı meçhul kurbanları da eklediğimizde olayın boyutları daha da büyük.
Konu, yalnızca „erkek egemenliği“, „töreler“, „feodal zihniyet kalıntıları” ile geçiştirilemeyecek kadar ciddi. Bunlar, karşı karşıya bulunduğumuz olayın ilk bakışta göze çarpan nedenleridir. Günümüzdeki kadın cinayetlerini geçmiştekilerden ayırdeden dönemimize özgü nedenleri açıklamaz.
Şiddeti toplumsal yaşamın ayrılmaz parçası yapan ve sivri ucunu toplumun en zayıf, en güçsüz, en savunmasız unsurlarına yönelten yeni bir virüs tipiyle karşı karşıyayız: Faşizm, vahşi kapitalist yağma ve birikim süreci ve sömürge savaşı olgusunu gözardı ederek kadının ezeli köleliğini bugünkü cinayetlerin baş nedeni olarak alamayız. Kadının ezeli köleliği ve süregiden erkek egemenliğine ilaveten; bunları içselleştiren, himayesine alan ve kendisiyle bütünleştiren modern, hatta postmodern bir kadın köleliği sistemi doğmuş durumdadır. Bugünün kadın cinayetleri, dünün kalıntılarını da taşıyan bugünkü kadın köleciliğinin ürünleridir. 12 Eylül, Özal saltanatı, Demirelli, Çillerli, Erbakanlı, Ecevitli yıllar ve nihayet 18 yıllık AKP iktidarı Kürdistan’da sömürgeciliğin kan ve kurşunla tahkimini, Kürdistan’ın yanısıra Türkiye’de sermayenin zora dayalı kayıtsız şartsız diktatörlüğünü tesis etti. Bugün ne Kürdistan eski Kürdistan, ne de Kürdistan’ı sömürgeci boyunduruk altında tutmak için her türlü yolu kullanan ve artık kendi sınırları ile yetinmeyip bugün itibariyle Afrika, Akdeniz, Ortadoğu’da emperyalist emeller peşinde koşan TC devleti eski TC’dir. Ürkü, şiddet, zorbalık, cinayet son 30 yıllık sermaye saldırısının ve kapitalistleşmenin beslenme kaynağı olduğu kadar; TC devletinin kendini yeniden yapılandırmasının, kurumsallaştırmasının ve hegemonya tesisinin de temel yöntemidir. Bunun toplumsal yaşamda izdüşümü “şiddet toplumu”dur.
“Şiddet toplumu”, güçlünün zayıfı, üsttekinin aşağıdakini ezdiği toplumdur. Egemen din ve mezhep, egemenliğe dahil olmayan din ve mezhepleri; egemen ulus, ezilen ulusu ve azınlık ulusları; egemen cins ezilen cinsi; yetişkin insan, çocuğu vs. ezer; buyruğu dışına düşerse öldürür ve “ilahi adalet”i yerine getirir. Onun gözünde bu cinayet sadece adaleti yerine getirmek de değildir; aynı zamanda günaha belenmiş günahkarı, suça bulaşmış suçluyu kendi günahından ve suçundan arındırma; böylece onu da aklama eylemidir. O, kendince, sadece adaleti gerçekleştirmiş olmakla kalmamış, kan kusturduğu veya katlettiği kurbanına iyilik de etmiştir!
Bu zihniyet tarzı, elbette yeni değildir; yeni olan, bu paslı zihniyetin yeni koşullar altında yeniden parlatılması; daha doğrusu yeni koşulların bunu üretmesidir. Vaktiyle köleci toplum, daha sonra feodal toplum koşullarına denk düşen, o toplumların ekonomik toplumsal yapılarından doğan düşünce ve davranış kalıpları; kapitalizmin son deminde yepyeni kılıklar altında hortlamışlardır. Bunu gözlemlemek için derin analizlere gerek yok: Amerika’da Trump, İngiltere’de Johnson, Fransa’da Macron, Rusya’da Putin, TC devletinde Erdoğan, Brezilya’da Bolsonaro vb. vb. şimdinin tüm devlet başkanları ağızlarını açtıklarında kadınlara, göçmenlere, azınlıklara, kendi dinleri haricindeki dinlerin mensuplarına hakaret ediyor, onları aşağılıyor, onlara adeta mal muamelesi yapıyorlar. Herhangi bir kapitalist işletmede hizmetli yahut uzman olarak çalışmış her işçi, sermayenin sınırsız diktatörlüğünün en ince, en rafine biçimlerinin onu ağa takılmış çaresiz bir sinek haline getirdiğini bizzat yaşıyor.
Bu aşamaya varmış bir sistemde kadın cinayetleri sistemin olmazsa olmaz bir öğesidir ve bu cinayetlerin son bulması uğruna verilecek olan „özgürlük, eşitlik ve adalet” mücadelesi; bu gündelik mücadeleden asla vazgeçmeksizin; burjuva „özgürlük, eşitlik ve adalet” çerçevesinin dışına taşmak zorundadır.