Pazar , 22 Aralık 2024
Home / Kültür Sanat / ABDULLAH DERELİ YOLDAŞŞŞIIIMMM! KEMAL BİLGET

ABDULLAH DERELİ YOLDAŞŞŞIIIMMM! KEMAL BİLGET

ABDULLAH YOLDAŞŞŞIIIMMM
Büyük ozan Karacaoğlan’ın bir dizesi,
“Yiğit yiğidin yoldaşı” şeklindedir.
Bilenler kusuruma bakmasın; bilmeyenler için söyleyeyim. Karacaoğlan 1600 yılların başlarında doğmuş, aynı
yüzyılın sonunu getiremeden ölmüştür. Adana Torosları Türkmenlerindendir. Aşk ve doğa şiirleriyle ölümsüzler
arasına katılmıştır. Onu unutulmaz kılan ikinci özelliği ise zamanına göre şiirlerinde en duru, en güzel Türkçeyi
kullanmış olmasıdır. Bugün Türkçe konuşanların dillerini borçlu oldukları insanlardan birisi tartışmasız o büyük ozan Karacaoğlan’dır.
Karacaoğlan’a olan bu tarihi borcunu bilmeyenlere veya unutanlara hatırlatırım.
Ben Karacoğlan şiirleriyle ilk ne zaman karşılaştığımı bilmiyorum. Onun şiirlerini dinlerken babam çoğu kez ağlardı.
Ben o zamanlar ilk çocukluk yaşlarımda olmalıyım. Duyduğum şiirlerle babamın ağlaması arasında bağ kuramadığım
aklımda kalmış. Demem o ki, benim ailemin ve çevremin kısıtlı dilinin gelişmesinde Karacaoğlan şiirlerinin payı
tartışmasızdır. Bu hikaye konusu gereği bir örnek: Ben “yoldaş” sözcüğünü kendi kendimi bilmiyorken öğrenmişim.
Anamdan, babamdan, abimden, konumdan komşumdan ve de çocukluk yoldaşlarımdan. Belki de o büyük ozanın
şiirleri yoluyla yoldaş sözcüğü bizim eve ve ele ulaşmıştır. Burasını bilemem. Ama ben bilirim ki, benim
çocukluğumda bu sözcük bizde yaygın olarak kullanılırdı. Hem de ses ve anlam bütünlüğü içerisinde… Hem de her
türlü siyasi ağırlıktan ve kaygıdan uzak bir biçimde… En yalın dille söylenirdi. ” O senin yoldaşın oğlum. İnsan
üzümünden yoldaşına vermez mi!; ekmeğini yoldaşıyla paylaşmaz mı” derlerdi analarımız. “Yodaşça gidip yoldaşça
gelin” tembih sözleri samimiyet ve içtenlik kokardı. “ İki solcu olarak” demek değildi bu. İki çok samimi arkadaş
olduğumuz veya olmamız gerektiği dillendirilirdi.
Bu yakınlarda görüp okudum: Benim çocukluğumun geçtiği sokaklarda büyümüş iki Ali, bir sanal paylaşım altına
yorum yazmışlar. İlk Ali yorumuna “Yoldaş” diye başlamış, ikinci Ali yazdıklarını “yoldaş” diye bitirmiş. Okur “Ne
var bunda” diye sorar mı, bilmiyorum. Ama ben Ali’lerin “yoldaş” diye seslenmelerini yadırgamadım. Üstelik her iki
Ali’nin de sağ partilere oy verdiklerini bilmeme rağmen. Çünkü yukarıda belirtiğim gibi, bizde “yoldaş” sözcüğü
ezelden beri kullanılır. Yol ve iş arkadaşlığı anlamındadır. Hatta, yol ve iş arkadaşlığının samimi, içten, gönülden, hesapsız ve karşılıksız olanını ifade eder. Yoldaş, sözüne güvenilendir. Sırtını yaslayabildiğin arkadaşındır.
Teklifsiz kapısını çaldığın insandır. Yardımına koştuğun, yardımına koşandır. Her imecede yan yana olunandır. Gözün gibi sakındığın emanetini gönül rahatlığıyla emanet ettiğindir. Küstüğün, ama kopamadığındır. İçini döküp derdini
paylaştığındır. Sırlarına ortak ettiğindir. Ama ve asla siyasi içerikli değildir.
Başkalarını bilemem. Bende YOLDAŞ sözcüğünün siyasallaşması 1967/68 yıllarına rastlar. Yerli yerine oturması ise
sanırım bir on yıl kadar zaman aldı. Az önce saydığım eski bizdeki yoldaş sözcüğünün anlam ve söylem bütünlüğüne
siyasi yükler yüklendiğini zamanla öğrendim. Dava adamlığı, yüksek ideallerde ortaklık, amaca giden yolda birlikte
yürümek, karşılıksız paylaşımı büyütmek, emekten ve emekçiden yana olmak, hakkı ve haklıyı savunmak, eşitlik ve
özgürlük sevdasına birlikte tutulmak, her türlü haksızlığa karşı çıkmak, kamusal hakları bireysel hakların önüne almak, insanlığın ve doğanın ortak kurtuluşunu savunmak vb. vb. gibi. Bu gibilerin doğal sonucu ise şuydu: Düşüncede, söylemde ve eylemde ortak olmak. Biz devrimcilerde pratik iş ortaklığı yoldaşlığın asıl sınanma alanıdır. Kupkuru lafta değil, yemyeşil hayatta yoldaş olunmalıdır. Kavgada önde yürünmeli ve yükün ağırı sırtlanılmalıdır.
Doğal bir sonuçtur: Kavgada önde olununca gözlerden ırak olunamıyor. Sorgu, işkence ve mahpusluk bir Türkiye
gerçeği olarak mutlaka karşınıza birgün çıkıyor.
Latif Şakir Sağmalcılarda benim cezaevi arkadaşımdı. Yıl 1987 idi. O sorguyu, işkenceyi ve tutukluluğu liseli
yıllarında yaşamıştı. Kalan “cezasını” çeksin diye onu Boğaziçi birinci sınıftan alıp yanımıza getirmişlerdi. O zamanki TKP ( Türkiye Komünist Partisi ) nin gençlik örgütlenmesinde aktifmiş Latif. Yani İGD (İlerici Gençlik Derneği) li imiş. Komün arkadaşımızdı. Düzgün bir gençti. Zekiydi. Ortak yaşama çok kolay uyum sağlamıştı. Öğrenmeye meraklıydı. Okurdu az sayılmayacak kadar. Soru sorma ustası sayılırdı. Havalandırma voltalarında sık sık birlikte yürürdük. Koyu sohbetler ederdik. Şimdi, yani otuzüç yıl sonra birileri bana sorsa ve dese ki; “ Sağmalcılar -1′ de koğuş ve komün arkadaşın olan o genç Latif Şakir’den aklında kalan ilk üç anın nedir?”; hiç düşünmem ve şunları art arda sıralarım.
– İlk açlık grevimizi yirmi beşinci gününde bitirmiştik. Onca zaman aç kalmanın ve ardından özenli bir biçimde de olsa yemek yemenin hepimizde özgün sonuçları ortaya çıkmıştı. Örneğin koğuşun yarıya yakını kabız olmuştu. Bir o kadarı da tersi. Seksen kişi için koğuşta üç tuvalet vardı. Tuvalete girenlerin çıkamadığı, kapıdakilerin ise sabır sınırının sonunda olduğu bir görüntüyü hayal etmek bile zordur. Koğuş arkadaşlarımız tuvalet kapısı önü kavgalarını gün boyu sürdürürlerken biz ikimiz (ben ve Latif Şakir) havalandırma voltalarında sohbet koyulaştırırdık. Çünkü tansiyon düşüklüğü dışında bende başka yan etkiler yoktu. Latif’in başına gelen ise unutulur gibi değildi. Üstelik yalnızca ve yalnızca o genç yoldaşıma özgüydü. Latif’in saçının içinden ayaklarına kadar tüm gövdesine sanırsınız ki binlerce pirinç tanesi yapıştırılmıştı. Teninde ten rengi mi daha çoktu, yoksa o beyaz noktaların kapladığı alan mı daha çoktu; karar vermekte zorlanıyordum. Yakından bakınca o beyaz noktaların sivilce olmadığı anlaşılıyordu. Fakat iki adım öteden çok çok yaygın ergenlik sivilceleri gibi gözüküyorlardı. Köpüklü dalgalara bakarken köpük beyazlığı ile su maviliği birbirine karışır ya, işte öyle bir görüntü idi. Koğuşa gelen doktorların yalancısıyım. “Protein patlaması”ymış. O protein patlaması da onca kişi içerisinde yalnızca Latif Şakir’e konuk olmuş.
– İkinci unutulmaz mı? Yine bir başka zamanda, ve fakat aynı güzergahta ikimiz yeni bir sohbet koyulaştırmanın daha
başında olmalıyız. Sohbetimiz koyu, konumuz hafif olsun diye düşünmüşüz sanırım. Latif Şakir’den kendisini bana
anlatmasını istedim. “Siyaset dışı haaa” diye de uyardım. O da özetleyip aktardı. İlkokuldan başlayıp lafa, Boğaziçi’ni kazanma zamanına kadar getirdi. “Sınavı kazanıp kaydımı yaptırdım” derken bir “ohhh” çekti ama , gözden kaçar gibi değildi. Ben o “ ohhh” çekmenin nedenini sordum, o da bana anlattı: “ Yoldaş, abimle benim aramda iki yaş kadar fark var. Hatta ikiden de biraz az. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi hep aynı okullarda birlikte okuduk. Dile kolay yoldaş, tam onbir yıl…Herkesler, ama herkesler; öğretmenler, öğrenciler, görevliler ve hatta mahalleden konu komşular bana ‘Haluk’un kardeşi ‘derlerdi hep (Abinin ismi takma) . Yalnızca bir kere, o da lise ikinci sınıfta okurken ve okul çıkışında birkaç kız, parmaklarıyla abimi göstererek “O Latif Şakir’in abisi” dediler. Kızları duyunca başım göğe değecekti nerdeyse Kemal abi. Özür dilerim; Kemal yoldaş diyecektim. Bir yıldan beri Haluk’un kardeşi olmak yükünden kurtuldum. Meğer insan kendisi olmayı ne kadar çok özlüyormuş. Ben şimdi Latif Şakir’im yoldaşım. Sağmalcılar cezaevi B-1 koğuşunda ben benim.”demişti. Üçüncü anlatacağım anıya gelince:
-Bir komün toplantısında Latif Şakir; “ TKP litaretüründe yalnızca resmi açıklamalarda YOLDAŞ sözcüğü kullanılır”
demiş ve sözlerini şöyle sürdürmüştü: “TKP’liler ve İGD’liler birbirlerine isimleriyle seslenirler. Arkadaş denir en çok.
Abi, abla falan gibi sıfatlar tercih edilir ikinci olarak. Ben sizlerden ( Biz dört Kürdistan Komünist Partiliyi kasdediyor) ve burada öğrendim yoldaşın ağız dolusu söylenişini. Bana ve birbirinize öyle içten yoldaş diyorsunuz ki, imreniyorum sizlere ben. Şiir okur gibi, şarkı türkü söyler gibi dudaklarınızdan dökülüyor yoldaş sözcüğü. Sizde yoldaş sözüne can katılmış, ruh verilmiş.” diye bize ilişkin bir gözlemini özetlemişti.
Özetlemişti özetlemesine de, ben o zaman ona ne Teslim Töre yoldaşımı anlatmıştım, ne de Abdullah Dereli
yoldaşımı. Şimdiki aklım o zaman bende olsaydı eğer, her ikisini de o genç yoldaşıma özetlerdim. Derdim ki Latife;
-Teslim Töre bizim bir numaralı yoldaşımızdır. Şefimiz, liderimiz falan değil Şakir, yoldaşımızdır. Fakat adı ilk anılan ve ilk akla gelen yoldaşımızdır. Bizim gelenekte ( Türkiye Komünist Emek partisi ve Kürdistan Komünist Partisi) o şiirsel, o içten, kafa ve gönül birlikteliğinin özeti olan yoldaş sözcüğünün siyasi yaratıcısı Teslim yoldaştır. Bize ilişkin o gözlemini biz Teslim Töre’ye borçluyuz. Mermere değil ama, gönüllere yazılı bir iz gibidir o sözcük bizde. Teslim yoldaşın izi yani. Ben sana Latif Şakir Abdullah Dereli yoldaşımız penceresinden, Baytekin’imiz üzerinden bizdeki yoldaş sözünün/ sözcüğünün anlam ve önemini anlatırsam derdimi daha iyi dile getireceğimi sanmaktayım. Ama o anlatı sonranın işi. Şimdi Teslim yoldaşın bizdeki çok çok belirgin iki izinden daha söz edeyim sana.
– FABRİKALAR TARLALAR, SİYASİ İKTİDAR, HER ŞEY EMEĞİN OLACAK şiarı da Teslim Töre’ye aittir.
Onun ideolojik ve politik anlayışının özetidir bu slogan. Bugünün ve yakın geleceğin en özlü dile getirilişidir. O ağız dolusu yoldaş diyenlerin siyasi doğrultusunun yedi sözcükle ifade edilmesidir. Diğer sol siyasi kadroların çoğunun da beğenip benimsedikleri bir slogandır bu. Hatta kimi film sahnelerinde bu slogana yer verilmiştir. Kemal Sunal’ın duvara “FABRİKALAR TARLALAR…….” sloganını yazdığı sahneyi çoğumuz hatırlarız.
– Bir başka izden, Teslim yoldaşın bir başka kalıcı izinden daha söz etmeliyim. KKP’den. Kürdistan Komünist
Partisi’nden. Gerçi KKP’nin düşünce olarak yaratıcısı Teslim yoldaş değildir. Ama düşüncenin politikaya ve pratiğe
uyarlanmasında emeği çok ve belirleyicidir. KKP’nin düşünce babaları Avni Gökoğlu, Ömer Ayna ve Zerruk
Vakıfahmetoğlu adlarında üç 68 kuşağı Kürt gencidir. Bu üç üniversiteli genç, “DEV-KURT kuracağız, Kürdistan’da
devrim yapıp sömürgecileri ülkemizden kovacağız” diye yola çıkmışlar. Bu üç isim kendi aralarında yazılı olmayan bir sözleşme yapmışlar: Kavgayı başlatacaklar ve ölünceye kadar sürdüreceklerdir. Avni Suruçlu, Ömer Dicleli, Zerruk ise Licelidir. Yolları biryerlerde Denizlerle kesişmiş. Cihan Alptekin buluşturmuş onları. Kavgada ortaklık etmeye karar vermişler. Fakat bu ilk adımı atanlar birbirlerinden erken koparılmışlar. Ömer, Mahir ve Cihan’la birlikte Denizleri idamdan kurtarmak için çıktıkları yolun Kızıldere durağında yoldaşlarıyla birlikte öldürüldü. Zerruk İsveç’e gönderilen özel ve özgün ilk sürgünlerdendir. Avni ise Suriye sınırında pusuya düştü. İşte bu ilk çekirdeğin ikisinin toprağa düşmesiyle filizlenen fidenin büyütülmesi işini Teslim ve çok yakınındaki yoldaşları üstlenmişlerdir.
Sözün bu faslını uzatmayayım. Çünkü ben asıl olarak Abdullah Dereli ( Baytekin; Ali Garip) yoldaşım üzerinden
bizdeki yoldaşlığı anlatmak istiyorum. İstiyorum da, iyi anlatamamaktan korkuyorum. Ben iyi anlatsam bile sözcüklerin yetersizliği meselesi var. Hani deniz altından inci, mercan ve singer toplayanların başına gelen bir dert vardır: VURGUN YEDİ derler. Derler de, derken fazladan derine dalmayı mı, fazladan su altında kalmayı mı, atmosfer basıncı ile insan bedeninin dengesini mi, aşırı basıncın ciğerleri patlatmasını mı, vücut direngenliğinin son sınırını mı, dalıştan çıkarken azot gazının kılcal damarları tıkamasını mı, yoksa ekmek kavgasının en acımasızını mı anlatmak isterler? Bunların hepsinin birden bir VURGUN sözcüğüne sığdırıldığı sanılmasın. Çünkü çok çok daha fazlası anlatılmak istenmektedir. Çünkü ölen veya felçli kalan insandır. Felçli bir yaşama adım atma dillendirilmektedir. Ölüm anlatılmaktadır asıl olarak. Sünger ve inci toplamak için denize dalanın umutlarının ve korkularının bitişi dile getirilmektedir. Dalgıcın vücudunun mos mor kesildiği o sözcüğün içerisindedir. Vurgun yiyenin sevdiklerine ölüm nedeni açıklamasıdır. Bir anlamda ilk otopsi raporudur. Geleceğin inci, mercan ve singer avcısı adayları için tehlike uyarısıdır. “Ekmeği su derinliklerinden kazanmak zor iştir be kardeşim zor iştir” denmektedir. Hatta daha da fazlasıdır.
Nerden çıktı bu vurgun konusu diye başlayan serzenişleri duyar gibiyim. Haklısınız. Ama ben de zordayım. DEMANS
denen bir illeti hikaye etmekte güçlük çekiyorum. Çünkü o hastalığı bilmiyorum. Çünkü kitabi veya ansiklopodik
bilgilerle anlı canlı hikaye yazılamazlığını biliyorum. Ben yazamam ya da. Oysa ben Abdullah Dereli yoldaşımı
anlatmak istiyorum. Hem de en iyi şekilde. En iyi bir özetlemeyle. Anlı canlı. Hiç olmazsa “ Fena olmamış” dedirtecek bir anlatıyı düşlemekte ve düşünmekteyim. Hem de bu anlatıyı Dereli yoldaş bizlere “Hoşça kalın” demeden yazıp bitirmek istiyorum.
Çünkü ilgililerin yoldaşın hastalığı hakkında bizlere anlattıklarının özeti şu: “Abdullah Dereli hastalığın en ağır
aşamasını yaşamakta. Sayın Dereli yeni bir vurgunu zor atlatır. Tansiyon bir kez daha tavan yaparsa eğer; ya
hastamızı elimizden alır, ya da o anlamlı bakışlarını ve kendisini bizlere anlatan mimiklerini de yokeder.” diyorlar.
İnci, mercan ve singer avcılarının vurgun yemelerini bana anımsatan işte bu açıklama. Yukarıda belirttim; vurgun
yiyen dalgıçın karşılaşacağı iki olasılık varmış: Ölüm veya felç olmak. Benzetmenin benzediğini sanıyorum. Dereli
yoldaşımın DEMANS denizine dalmaya başlaması eskiymiş. Ne kadar eski olduğunu kendisi de dahil hiç kimseler
bilmiyor. O şimdi yetmiş yaşında. Yoldaşın elili yaşların ortalarında ilk vurgunlarını yediğiğini şimdi tahmin
ediyoruz. Yüksek tansıyonun her tavan yapıp geri çekilmesinde beyin bir miktar hasar görürmüş. Hasar gören beyin
kimi işlevlerini yitirirmiş. Yitirilenleri ilk zamanlar fark etmek öyle kolay değilmiş. Önemsiz unutkanlıklar ve hoşgörü sınırları içerisindeki davranış farklılıkları elbette her göze batmaz. Dereli yoldaşın çevresi DEMANS uzmanlarıyla dolu değil ya…Her farkı fark eden titiz gözlemcilik istisnalar arasında sayılmalı. Bizler de titiz gözlemciler değilmişiz.
Son onbeş yılı DEMANS derdiyle dertdaş olarak yaşamak kolay olmamış. Nedeni niçini açıklanamayan tutum ve
davranışların faturası hep yoldaşımıza çıkarılmış. Samimiyet timsali bizim Dereli, zaman zaman samimiyetsizlik
suçlamalarıyla karşılaşmış. O dürüst kişilik örneği, unutkanlıkları nedeniyle sözünde durmayanlar sınıfından sayılmış.
Uzun yıllar en ağır ve en tehlikeli işleri “of” demeden üslenen bu yoldaşımız, sık sık “acaba” imalarının konusu olmuş.
Bizim onbeş yıllık diplomatımızın söz sanatınındaki kimi aksaklıklar aklı – selim düşünülmemiş. Nedenli neysede,
nedensiz öfke kabarmaları hiç sorgulanmamış. On yılı aşkın bir süre mayınlı, telörgülü ve panzer devriyeli sınırlarda eksiksiz ve firesiz çalışan bu Arap delikanlısının dikkat dağınıklıkları bizleri uyarmaya yetmemiş. Suriye sınırının Samandağı- Suruç arasını polislerin deyimiyle “Londra asvaltına çeviren” Ali Garip evinin yolunu şaşırır olmuş; ama “NEDEN” sorusu bile akıllara gelmemiş.
O ki, o Abdullah Dereli ki, güney illerinin Baytekin’i, Ortadoğu’nun enternasyonal diplomatik görevlisi Ali Garip’i
şimdi erim erim erimekte. Bir deri bir kemik tanımının özetlediği konumda. Yemeyi ve içmeyi unutan birisinin varacağı son noktada. Demans vurgununun sondan bir önceki sürecini yaşamakta. Yalnızca hatıralarından kopmuş değil üstelik.
Çoktandır konuşma yetisini de yitirmiş durumda. Gözleriyle ve mimikleriyle konuşuyor yalnızca. Örneğin;
son yedi – sekiz yıldır yoldaşa karşı yoldaşlık görevlerini birinci elden üstlenen ve aynı zamanda VASİSİ olan Doğan yoldaşı tanımıyor. Günlük bakımını üstlenen kişilere ilişkin anlamlı tepkiler göstermiyor. Yaklaşık son yirmi yıl içerisinde biriktirdiği anıları onun için anlamını yitirmiş durumda. Fakat, otuz yıl kadar geriye gidişlerde gözleri parlıyor. 1980 li ve 1990lı yıllarda birlikte çalıştığı yoldaşları kendisine sorulduğunda veya isimleri anıldığında,
Dereli’nin o kırışmış yüz derisi anında geriliyor. Gözleri pırıl pırıl bakıyor.
Son bir Dereli anısı anlatısıyla yazının ilk bölümünü noktalayayım. Zaman, hastamızın sondan ikinci aşamada olduğu
bir zamandır. Abdullah yoldaş daha konuşma yetilerini tümden yitirmemiş. Fakat düzgün cümleler kuramıyor. En çok
üç sözcüğü art arda kullanabildiği bir zaman aralığı. Sevincini sesli ve gülerek, öfkesini bağırarak dilledirebiliyor daha.
Yani bundan üç yıl kadar önce. Günlerden birgün. Öğleden biraz önce bir zaman . Dereli yoldaşın bir önceki kaldığı
bakımevi yetkilileri telefonla Doğan yoldaşa ulaşıyorlar. Yetkili heyacan ve korku karışımı telefonda durmadan
bağırıyor:
– Çabuk, çok çabuk gelin Herrn Doğan, diyor. Ve ekliyor: Proplem büyük. Tehlike büyük. Herrn Dereli çıldımış olmalı.
Saldırgan , saldırgan! Tehlike herrr Doğan tehlike! Polis arada şimdi. Onlar da yaklaşamıyor. Polisler korkuyorlar.
Personal panik içinde. Yardım lütfen yardım! Tez ulaşın! Hastahaneye yetişin! Belki bize siz yardımcı olabilirsiniz.
Bu soluksuz ve telaşlı çağrıyı tam anlayamıyor Doğan yoldaş. “Bir dakika lütfen “dedikten sonra karşılıklı konuşma
yaklaşık olarak aşağıdaki gibi sürüyor. Doğan;
– Sayın Abdullah Dereli’den mi söz ediyorsunuz? Karşı ses;
– Evet! Doğan yoldaş yeniden soruyor;
-Bizim Dereli şimdi hastahanede mi? Görevli;
– Eveeetttt! Çıldırmış durumda.
-Neden sorusu irade dışı soruluyor ve ekleniyor: Hangi hastahanede? Hastahanenin ismini veren görevli birazcık
sakinlemiş olarak konuşmasını sürdürüyor:
-Sayın Dereli’nin diş proplemi vardı. Hastahaneye götürdük. Dişçinin kapısı önünde beklerken bilmediğimiz bir şeyler oldu. Sayın Dereli aniden öfkelendi. Sağa sola saldırmaya başladı. Eşyaları o yana bu yana savurdu. Bir sandelye kaptı.
Kapının önüne dikildi. Anlaşılmaz sesler çıkarıyor. Hep polislere ve güvenlikçilere bakıp duruyor. Durmadan öfke
hırıltılı sesler çıkarıyor. Yanına yaklaşamıyoruz. Vasisi olarak aklımıza siz geldiniz sayın Doğan. Çabuk gelin ve bize yardım edin.
– Geliyorum deyip telefonu kapatıyor Doğan yoldaş.
Trafiğin elverdiğince çabuk ulaşıyor hastahaneye. Çıkıyor ilgili kata. Meraklı gözlerle koridoru tarıyor. Doğan yoldaşın önünü polisler kesiyor. Tehlikenin büyüklüğünü anlatıp bizim VASİ’yi durdurmak istiyorlar. Polislere güvenlikçiler eşlik ediyor. Yoldaş uyarıları duymuyor bile. Hatta o, duvar köşelerine ve kapı artlarına gizlenmiş hastahane görevlilerini dahi görmüyor. Doğan’ın bakışları ve adımları ilerlemesini sürdürüyor. Dereli yoldaş ise sandelye göğüs hizasında olmak üzere duruşunu anında sabitliyor. İki yoldaşın bakışlarının buluşması uzun sürmüyor. “Bu ne hal, bu öfke niye” anlamındaki Doğan yoldaşın bakışlarını çözüyor hemen bizim Dereli yoldaşımız. “Ben haklıyım ve bunu yapmak zorundaydım” diyen, öfke yanı ağır basan, mahcubiyet ve mağrurluk kokan bakışlarla bizim Abdullah Dereli, bizim Baytekin ve bizim Ali Garip yoldaş bağırıyor:
– Polisslerrrrr! Yoldaşlarrrrrrr! Polis polissssss! Yoldaşlarrrrrrr, içerdeeeeelerrrrr ; diye. Bir yandan da elindeki sandelyeyi birşeyleri engelleme çabasıyla sallayıp duruyor bizim demanslı delikanlımız.
Doğan, o uzun hastahane koridorunu uzun adımlarla adımlıyor. Polislerin ve hastahane görevlilerinin “tehlike”
uyarılarını hiç duymuyor. Ulaşıp emanetine sarılıyor sıkıca. Ve Kulağına fısıldıyor:
-Sorun ne yoldaşım; neden bu kadar öfkelendin; diye. Ve bizim VASİ duyduklarına inanamıyor:
– İçerde yoldaşlarım. Polisler de ahaaa. Bırakmam onları. Korurum korurum; sözleri peltemsi de olasa, korku ve
öfkeyle kekelense de, bizim Abdullah yoldaşımızın dilinden dökülüyor. Önce vasi Doğan yoldaşa, onun dilinden
bizlere ulaşıyor o fiziken hasta, aklen ve ahlaken sapasağlam Baytekin yoldaşımızın sesi. Ve elbette hepimizin
dizlerinin bağını çözüyor. Yoldaşlık duygularımızı doruğa çıkarıyor. Gönül tellerimiz Ümmü Gülsüm’den ezgiler
seslendiriyor o DEMANS denizinde yüzen yiğit için.
Polislerin, özel güvenlikçilerin ve o hastahanenin tüm sağlık personelinin şaşkınlığı ise o an görülmeye değer.
Kükreyip çoşan ve boz bulanık bir çay gibi çağıldayan Dereli’nin neden ılgıt ılgıt akan duru ve dingin bir dereye
dönüştüğünü anlayamama şaşkınlığı bu. O koridordaki tüm yüzlerde ve tüm gözlerde açıkca okunan bu şaşkınlık
anında değil ama, az sonra dile getiriliyor:
-Ne yaptınız, ne söylediniz de hastamızı böylesine sakinleştirdiniz sayın Doğan; diye. “Eylemde , görevde olan
yoldaşlarını siz polislerden ve ajanlardan ( özel güvenlikçileri Dereli yoldaş bilgi toplayan görevliler sanıyor. Polisler
ise polis işte.) koruyormuş Abdullah yoldaşım” diyememiş elbette bizim Doğan yoldaş. Doğrunun diğer ucunu
özetlemiş ama onlara:
-Siz anlatıklarımı anlar mısınız bilmiyorum ama, ben yine de söyleyeyim: YOLDAŞ dedim sizin yanınızda ona. O bu
yoldaş sözümü güvenlik teminatı saydı. Tehlike olmadığına ikna oldu. Hangi ortamda kendisine yoldaş denip
denmeyeceğini bilir benim yoldaşım.

Kemal Bilget.
(Birinci Bölüm)
20.07.2020

Diğer Başlıklar

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (5) Hamit BALDEMİR

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (5) Hamit BALDEMİR Kürdistan Bağımsız olmadan Demokratik Türkiye Mümkün Değildir Bizim ülkemiz …

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI! Hamit BALDEMİR

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (4) Dünya devrimci hareketin ve reel sosyalizmin deneyimi gösteriyor ki, böyle kısa …

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (3)

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (3) Proletaryanın Devrimciliği ve Komünist Parti Koşulu Proletaryanın, toplumsal üretimdeki yer ve …

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (2)

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (2) İlk insanın üretim faaliyeti.İlkel dönemin üretim araçlarının gelişimi ile somutluk kazanan …