Onbir ayın sultanı kimin sultanı
Doğup büyüdüğüm mahallede Alevi bir aile vardı. Ailenin reisi İbrahim amca olduğu için, komşular
olarak bizler bu alevi komşumuza Kızılbaş İbo’nun evi derdik. Kızılbaş İbrahim amca sessiz ve sakin
bir insandı. Yıllarca evimizin önünden çarşıya gidip gelirdi. Bir gün olsun İbrahim amcamın başını kaldırarak çarşıya gidip geldiğini hatırlamam.
İbrahim amcamın ailesi de sakin bir komşumuzdu. Alevi komşumuzun çocuuklarıyla, çocukluğumda mahallede beraber oynardık. Mahalle insanımızın
bunlar; kızılbaştır diye İbrahim amcamın ailesini aşağılamaları biz çocuklarda nefret dolu bir tavır
takınmamıza neden oluyordu.
İbrahim amcamın torunları kızılbaştır diye onlara bağırıp, hakaretler ederdik. Çocuktuk, beynimiz boş bir disket gibi söylenilen her şeyi olduğu gibi yorumlayamadan kaydediyordu. Zamanla annemin bana kazandırmış olduğu hoşgörüden ötürü İbrahim amcamın torunlarıyla iyi arkadaşlıklar kurmaya çalıştım. Çok güzel günlerimiz geçti.
Garip anam!.. İbrahim amcamın torunlarıyla sonradan kazandığım bu güzel arkdaşlık ilişkisini anneme borçluyum. Annem bana hep söylerdi: ‘’Oğlum onlarıda Allah Alevi olarak yaratmış.’’
Annemin tarih hakkında bilgisi yoktu. Köy çocuğuydu, İlkokul mezunuydu. Ama insan sevgisi dolu yüreği evreni kucaklıyordu.
Ramazan ayı olunca sahur vaktinde mahallemizin bütün evlerinde lambalar yanardı. Komşularımız
sahurunu yapardı. Sahur vakti komşularımızın gözleri İbrahim amcanın evini takip ederdi. Kızılbaş İbo’nun ailesi sahura kalkacak mı diye? İbrahim amcamlarda; komşuların hakaretlerinden bıktıkları için, sahur vakti ev halkından biri uyanır, lambayı yakardı.
Bir gün İbrahim amcamın eşi bize misafir
oldu. Çoğu zaman İbrahim amcamın ailesi bize misafir olurdu. Annemi sevdiklerinden dolayı annemi ziyarete gelirlerdi. İbrahim amcamın eşi son gelişinde, sahur vakti uykusunu bölerek kalkıp lambayı yaktığını anneme dert yakınarak anlattı.
Mahalemizde ‘’onbir ayın sultanı’’ yaşanırken, ‘’onbir ayın’’ içinde ‘sultan’ olmuş ramazan ayı tıpkı adı gibi, İbrahim amcamlara sultanlığının acımasızlığını yaşattırıyordu.
Malum!..
Tarihte, sultanlarda hükümdarlıklarının iktidarlığını yaşarlarken, sultanlıklarının altında ezilenler ve onlara bu adaletsiz yönetimlerinden dolayı başkaldıranlar olurdu.
Hepimizin bildiği gibi geçmişte hakkını arayanlar, kendi inançlarını özgürce yaşamak isteyenler
sultanların baskılarına maruz kalmışlardır. Bizim mahallede de sultan yoktu ama namını sultanlığın
inanç şekillenişinden ve özünden alan Ramazan ayı inancı vardı. Kur’an’da da isnat edildiği gibi; bu
oruç tüm insanlara farz kılınmıştı.
Farz olan bir ibadet uygulanmadığı zaman her iki dünyada da insan azap görecektir. Sanırım şimdi onbir ayın ‘’sultan’’ını anlamak daha kolay oluyor.
Toplumun duygu ve düşüncelerini ifade ederken kulandığı ibareler, toplumun bilinçaltı oluşumunu bizlere açıkça ifade etmektedir. Toplumun dille kendini ifade ederken kullandığı kelime ve betimlemeler , toplumun kültürel yaşamından ayrı tutularak değerlendirilemez. Toplum şekillendiği inanç kültüründen bağımsız düşünülemez.
Toplumların yaşam biçimi ve inançları, toplumların kendilerini ifade edişlerinde temel unsurları oluşturmaktadır. İslam dininin varoluş koşullarını incelediğimizde bu dinin özünde, fetih ülküsünün asıl amaç olduğunu görürüz. Fetih her yerde toplumları nesnel ve öznel olarak egemenliği altına alarak toplumları hükümdarlık iradesiyle ve tasavvurlarıyla yönetmek idealini taşımıştır. Fetih kelimesinin modern anlamını araştırdığımızda, modern dünyanın ‘’koloni sistemi’’ anlamıyla karşılaşırız. Fetih ve koloniler; parçalama ve ele geçirme gayelerine sahiptirler. Bu gayeler üstüne inşa edilen islam inancı, varolduğundan beri bu hedeflerin savaşçısı olmuştur. Fetih ülküsü üzerine şekillenen İslam inancı bu nedenle peygambersiz ve sultansız varlığını koruyamamıştır.
Medeniyete geçilirken, Muhammed peygamberin ben son peygamberim demesi; feodal sistemle yaşayan islamın modern sisteme geçilirken iktidarını, gelişecek kapitalizm karşısında koruyamayacağını anlamasından kaynaklanmaktadır.
Kapitalizmde tek iktidar yerine çoğulcu iktidar hakimdir. İslam dininde tefeci-bezirganların yönetimi elinde bulundurması, oruç inancını; üretimin tek elde toplanması için farz kıldırmıştır. Ortaçağ toplumunun üretim ilişkilerinde köle konumunda olmaları; iktidar gücünü her zaman tedbirler almaya zorlamıştır.
Eşitliği yaşamayan islam halkı her an başkaldırmaya müsait bir konumda olmuştur. Ki, islamiyetin devletleşmeye başladığı dönemlere baktığımızda, halk isyanlarının çok olduğunu ve bu isyanların peygamber ve halifelerce kılıç zoruyla bastırlarak durdurlmaya çalışıldığını tarihi kaynaklar bizlere ayan-beyan göstermedktedir.
İslam fütuhatı acımasız ve sınırsız içgüdülerini sınırsızca kullanmak ve sınırsız hedeflerini halkıyla beraber paylaşmamak için, halkını her zaman şükretmeye yönlendirmiş ve halkının oluşabilecek hak arama tepkilerini din ile tanrı korkusu ile engellemeye çalışmıştır.
Orucun tarihsel oluşumuna baktığımızda bir çok toplumda orucun farklı ritüellerle tatbik edildiğine şahit oluyoruz. Kimi toplumlarda oruç maksatsız ve kasıtsız halkın kendiliğinden inançları şeklinde yaşanmıştır. Kutsal dinler öncesinde, sınıflı toplumların olmadığı insanlık dönemlerini araştırdığımızda, insanların tuttukları oruç, doğayla olan diyaloglarını ifade ediyor. Doğa üstü bir güce inanılarak oruç tutulmuyordu. Oruç, o insanların birebir doğayla olan iletişimiydi. Daha sonra insanlığın üretim alanında artı değeri elde etmesiyle sınıflı topluma geçmeleri, uygarlık başlangıcıyla birlikte kutsal dinlerin türemesine ve kanunlaşmasına neden oldu.
Sınıflı topluma, artı değerle dönüşen toplumlar, doğayla olan münasebetlerini tek tanrı altında
egemenleştirerek, tefeci-bezirganlarıda (peygamberleri ve sultanları) toplum üstü yönetici konumuna getirmiştir. Tek tanrının yeryüzündeki temsilcileri olan tefeci-bezirganlar, toplumu feodal sömürü içinde dinle etkisizleştirerek, fetih ve koloni iktidarlarının savaşçıları yapmışlardır. Tek tanrı inancının toplum tarafından benimsenmesi, sınıflı toplumun oluşması için en önemli manevi iktidar gücüydü.
Üretici güçlerin ve üretim ilişkilerinin tefeci-bezirganlarla çelişkiler kazanması; üretici güçlerin
toplumdan bağımsız bir şekilde gelişmesi demekti. Doğa ve toplum diyalektiğinin feodal sistemden
kapitalizme doğru gelişmesi toplumu ezildiği sistem içinde farklı farklı inanç ritüellerine, toplumu kendisine yabancılaştırarak geliştirmiştir. Dinler sınıflı toplum içinde ezilen insanların iç dünyalarının dili ve tercümanı olmuştur. Üretici güçlerin iktidar erkinin yönetimiyle gelişmeye başlamasından sonra, halkların kendi iradeleriyle uyguladığı oruç ritüelinin; iktidar erki aracılığyla halkı yönetmek olarak deforme edildiğine tanık oluyoruz.
İslam inancının yaşatmak istediği oruç ritüelinin psikoanaliz tahlilini yaptığımızda, buzdağının altında saklanan sınıflı toplumun rekabetçi ruhunun yattığına inanmamak elde değil. Ramazan ayında oruç tutmayanların hem bu dünyada hem de hayal ürünü olan ebedi dünyada cezalandırılmaları; buzdağının altında görünmeyen iktidar ruhunun ve toplumsal ruhun, fetih ve iktisat anlayışlarının tezahürüdür.
Oruç tutanların belirli saatlerde aç ve susuz kalarak, maddenin kıymetini anlamaya çalışmaları ve bununla birlikte maddenin ezeli ve ebedi hakimi olmak isteyişleri, az önce ifade ettiğim gibi fetih ve iktisat bilincinin, inançsal dışa vurumudur. Bunun yanısıra aç insanların halini anlamak için tutulan oruçların, verilen Fıtır sadakalarının, zekatların yeryüzündeki aç insanları doyurmadığını, açlığı ve yoksulluğu sona erdirmediğini dünümüz ve bugünümüz bizlere ispatlamaktadır.
Peygamberler, Sultanlar; ezilen toplumun vicdanıyla şekillenmiş oruç ibadetini, toplumu itaatle yönetmek için dinsel bir sömürü olarak kullanmışlardır. Oruç feodal sistemde ezilen insanların sömrülmüş emeklerinin bir yansıması olduğu gibi, kapitalist dünyada da
sömürülen insanların iç dünyalarındaki acılarının dili ve tercümanı olmaktan başka bir anlam
içermiyor.
Kızılbaş İbo dayıma sevgilerimle!..
24 Nisan 2022