Cumartesi , 21 Aralık 2024
Home / anasayfa / YİNE YETMEZ AMA EVET Mİ? Samet ERDOĞDU

YİNE YETMEZ AMA EVET Mİ? Samet ERDOĞDU

YİNE YETMEZ AMA EVET Mİ?

Tayyip ve şürekasını bugünkü konuma getiren dönemeç noktalarından biri 2010 Anayasa oylamasıydı. Siyasal İslamın takkiyeci, oportunist karakterini görmezden gelen gafiller, o zamanki gayet kurnazca tasarlanmış siyasal manevrayı 12 Eylül Anayasasında eksik ama ileri bir demokratik değişiklik olarak algılamış ve yetersiz de olsa olumlu bir adım olarak görmüşlerdi. Sonuç Tayyibe bugünkü yolu açan Yetmez ama Evetçilik oldu.

Bugün yine benzer bir tezgahla karşı karşıyayız. Bu kezki tezgahın tertipçisi yine siyasal islamcı iktidar; ama kuklası, ya da tuluatçısı Kemal Kılıçdaroğlu ve masa arkadaşları.

Baştaki harami takımının adım adım temel stratejik hedeflerine yürüyen muhteris bir camia olduğu unutulmamalıdır. Bu bakımdan son yıllarda sıkça duyduğumuz Tek Adam Rejimi tanımlamasının rejimin gerçek karakterini bulandıran yanıltıcı bir tanımlama olduğunu belirtmek gerekiyor. Karşımızda duran rejim, başında bulunanların önümüzdeki seçimleri kazandıkları taktirde, seçimlerden belki de hemen sonra değiştirilerek daha da faşistleştirilecek olan anayasasıyla, ona uygun biçimde dizayn edilmesi artık önemli ölçüde gerçekleşmiş olan yeni devlet kurumlaşmalarıyla, güçlü muhafazakar, milliyetçi, ırkçı, selefi karmaşık bir bileşenden oluşan sosyal tabanıyla, iktidar nimetleriyle palazlandırılmış açgözlü sermayecilerden oluşan oligarklarıyla, TC devletinin bütün kurumlarına doldurulmuş yeni bir kapıkulları takımıyla islami – faşist nitelikli bir takımın, kendi deyimleriyle, ‘Cumhur’un rejimidir. ‘Cumhur’a dahil olan her unsur, ister birey olsun, ister grup, çevre, tarikat, parti vs. olsun, onun kural ve kaidelerine itirazsız itaat etmek şartıyla, bu rejimin ufak ya da büyük hissedarıdır. İran’daki mollalar rejiminin sünni ve tabii ki ‘Türk’e özgü’, alaturka, bir versiyonu sözkonusudur ve bu rejimin kurucuları henüz ajandalarının sadece bir bölümünü hayata geçirmişlerdir.

Rejimin ekonomik kriz, yolsuzluklar, hukuksuzluklar ve daha bir dizi problemlerin yanısıra son 6 Şubat depremi nedeniyle iyice sarsıldığını ve yeni bir Karaoğlan öncülüğünde devrileceğini sananlar en başta kendilerini ve daha da kötüsü bu rejimden bıkmış olan bütün uluslardan emekçi sınıfları, alevileri ve özellikle biz Kürtleri aldatmakla meşguldurler. Fakat sadece bu kadar da değil; esas tehlike rejimin konsolidasyonuna, bir üst aşamaya tırmanışına ve iyice yerleşmesine bilerek ya da bilmeden alet olmalarıdır.
Tipik bir Memluk olan Kılıçdaroğlu Kemal’in bizi inandırmaya çalıştığı gibi ‘bunlar ne yaptıklarını bilmiyorlar, devleti bilmiyorlar, devleti tanımıyorlar, devleti yönetemiyorlar’ tarzından iki kelimesinden birisi ‘devlet’ olan cümlelerle ‘kutsal devlet’i adeta ilahi bir mertebeye yükseltiği söylemlerinin tam aksine ne istediğini, ve ne yaptığını bilmeyen, ‘devlet’ diye göklere çıkardığı aygıtın gerçek anlam ve işlevini bilmeyen, aslında kendisidir. Böyle bir ihtimal yok; ama kazara bu ‘kutlu devlet’ yönetimi eline geçtiği takdirde, bu devletin basit bir kuklasına dönüşecek olan da yine kendisidir.

Neden? Çünkü, birincisi, bugüne kadar yürüttüğünü zannettiği muhalefetin belirleyicisi, başka deyişle oyun kurucusu kendisi değil, bizzat sözde rekabet ettiği rakibidir. Hep onun minderinde, onun belirlediği kurallarla oynamış; dilini, üslubunu, tarzını ona uydurmaya çalışmış; onun gülünç bir karikatürü olmaktan öte gidememiştir. Partisini sürekli sağa çekmesi, ülkücü selamı vermekten, türban özgürlüğü şampiyonluğuna soyunmasına, en kritik seçimlerde Ekmeleddin İslamoğlu, Ekrem İmamoğlu, Mansur Yavaş türünden kaşarlanmış gerici ve faşistleri öne çıkarmasından, kurduğu masayı dinci, faşist ve gerici partilerle oluşturup, çantada keklik saydığı Kürtler, sosyalistler gibi kesimleri ise yer sofrasıyla kandırma kurnazlığı gibi tutumlara işaret etmek bile yeterlidir. Bu arada Sofra ile Masa arasındaki farka değinip geçmekte fayda var. Halil İbrahim Sofrası dediği sofra bir karar ve icraat mekanizması değil, yüce bir ulu rehber tarafından zavallı ve yoksulların karnının doyurulduğu ve bu yolla yüce efendilerine minnet duyacakları bir çeşit ağa sofrasıdır. Memluk Kemal’in sofrasına çağırdıklarından beklediği şey ‘tırşıkçılık’dır. Ama Masa karar ve icra makamıdır. Nitekim bu makamda bir çeşit hükümet programı hazırlanmış ve kazara iktidarı alırlarsa kimin nerede ne görev alacağı ayrıntılarıyla saptanmıştır. Bu program ve bu kadrolarla idare edilecek olan TC devletinin halihazırdaki yapısından köklü bir değişim, gerçek bir demokratikleşme sözkonusu olmadığı gibi, Memluk Kemal ve partisinin, etraflarına topladıkları gerici faşist tayfanın kıskacı altında, sadece bazı ünvanları taşıma şerefiyle yetinmekten öte geçemeyecekleri kesindir.

Peki böyle bir yapıyı, popülist söylemde ‘ferasetine çok güvenilen seçmen’ tercih eder mi? Eğer gerçekten ferasetliyse neden etsin, değilse bu önkoşul da ortadan kalktığına göre hangi nedenle tercih etsin? Kutsal devleti ihya edeceğini iddia eden ama şu anda o devleti yönetenlerin parmaklarında istedikleri gibi oynattıkları basit bir gözlemle bile belli olan bir salağı neden tercih etsin? Yıldızının parladığı anın geldiğini zanneden Memluk Kemal’in salaklığının en açık belirtilerinden biri iktidar aygıtının depremin ilk günlerindeki kasıtlı ve bilinçli ‘gebersinler’ tavrını bile okuyamamasıdır. O ve etrafına topladığı kifayetsiz müritleri bu tavrı, devletin tahrip edilmişliği, devlette sadakat değil liyakatsızlığın hakim olduğu, tek adam yönetiminin devlet kadrolarını emir almadan insiyatif kullanamaz yandaşlara dönüştürdüğü türünden doğru ama konun özünden uzak, basit açıklamalarla yorumladılar. Bundan hareketle bu kadar laçkalaşmış olan bir yapının çöktüğü, enkaz altında kaldığı, dolayısıyla artık kendilerini iktidara götürecek yolu tıkayamayacak kadar zayıfladığı zehabına kapıldılar. Dünkü Nato görüşmelerinde bir Korgenarelin çay bardaklarını toplamasını da böyle yorumladılar. Bakınız devletimiz ne hale getirilmiş diyerek sızlandılar. Oysa şikayet ettikleri bu hususların tümü, taptıkları devletin zayıfladığını değil, aksine iktidar dümenindekilerin emir ve komutası altında son derece sıkı biçimde merkezileştiğini gösterir. Burjuva devletin günümüzdeki niteliği, eskiden çok öğünülen güçler ayrılığı, kurumların özerkliği vs. değil, tam tersine her şeyin son derece merkezileştirilmesi, bir tür eski imparatorluklardaki, krallıklardaki gibi en sıkı hiyerarşi altında güç yoğunlaşmasıdır. Bu açıdan bakıldığında depremin ilk anlarındaki devlet tutumunun gayet organize olduğu, verilen emirlerin hiç bir yerde fire, açık vermeden uygulandığı sonucuna varılır. Bu devlet, faşizmin tasavvur ettiği ‘güçlü devlet’tir; bu, günümüz faşizminin klasik faşizmden aldığı bir özelliktir.

Memluk Kemal ve ortaklarının bir zaaf ve çürüme belirtisi olarak yansıttıkları örneklerden biri de AFAD ile Kızılay’ın durumudur. Bu teşkilatların amaçlarından saptırıldığını, işlevlerini yerine getiremediklerini söylüyorlar. Oysa durum bambaşkadır. AFAD denen kurumun gerçekte dayanışmacı tüm özerk, bağımsız sivil toplum organizasyonlarını engelleyip, korporatif tarzda bir merkeze bağlı kılmak amacı taşıdığı, esas görevinin bu olduğu ve buna uygun dizayn edildiği apaçıktır. Bu kurum islami faşizmin gerektiğinde militer görevler üstlenerek İran islam cumhuriyetindeki devrim muhafızları gibi rejimi korumakla mükellef çok sayıda kurumlardan biridir ve afetlerle mücadele, afet mağdurlarına yardım etme gibi görevler onun esas değil tali görevidir. Kaldı ki bu organizasyon sadece TC sınırları için değil, Türk empreyalizminin dış maceraları için de organize edilmiş bir operasyon aygıtıdır ve örgütlenmesi de buna göredir. Şalvarlı, sakallı, Taliban kılıklı görevlilerin köşebaşlarına yerleştirildiği anlaşılan bu kuruluşta belki bu işlerden anlamayan bazı saf ‘yardımseverler’ de vardır; ama sadece o kadar. Aynı durum Kızılay için geçerlidir. Kızılay başkanı, CNN Türk’te yaptığı söyleşide bunu gayet net biçimde açıklamıştır. Kızılay, tıpkı hristiyan dünyasının Kızılhaç’ı gibi, içerde islam dayanışmasının, dışarda islam emperyalizminin uygulanmasında kullanılan aygıtlardan biri olarak yeni bir konseptle yeni bir tarzda organize edilmiştir. Kızılay başkanı, yaptıkları işleri ‘operasyon’ olarak nitelendiriyor ve Suriye’de, Afrika’da, Kafkasya’da, Afganistan’da vb. ne kadar ‘operasyonlar’ yaptığını anlatıyordu. Kızılay, Kızılhaç gibi sözde yardım kuruluşlarının bir yandan ekonomik bir kazanç sektörü olduğu, bir yandan ideolojik ve politik yayılma aracı olduğu, bir yandan da bağlı oldukları ülkelerin istihbarat aygıtlarının örgütlenme araçları olduğu sır değildir. Ancak bu tür bir dönüşüme daha yeni yeni adapte olan Türk Kızılay’ı yüzyılı aşkın bir zamandır kendi dönüşümünü tamamlamış Batılı ülkelerin Kızılhaçları kadar profesyönelleşmemiştir; depremde dışa vuran acemilikleri sadece bunun göstergesidir. [İşin komiği şudur ki, Amerikan emperyalizminin küresel medya kanallarından biri olan CNN’in Türk şubesi Türk iç siyaseti sözkonusu olduğunda Tayyibin sözde anti emperyalist politikalarının ateşli bir savunucusu, en keskin Amerikan aleyhtarıyken; sözgelimi Ukrayna gibi konularda tam bir Amerikan propaganda aygıtıdır. Türk iç politikasında ise mevcut rejimin en etkili algı operatörlerinden biridir].

Başka bir örnek daha verelim: Seçimlerin bir yıl ertelenmesi numarası. İktidarın Arınç vasıtasıyla attığı oltaya ilk yakalanan Kılıçdaroğlu oldu. Adam, hemen atıldı ve seçimleri ertelemenin anayasal bir yönü olmadığını haykırdı. Tayyib’in üçüncü kez aday olmasını engelleyen anayasa maddesine rağmen halen adaylıkta ısrar etmesi karşısında durumu hazmetmiş olan Memluk Kemal’in cengaverce Anayasa savunuculuğuna geçmesi, gayet tuhaftı. Bir kere, iktidar kanadı tüm kartlarını ortaya koymuş değil, hatta Tayyip, her ne kadar adaylığını bir yıl önceden ilan etmişse de henüz resmen aday bile değil ve son anda sözgelimi Arınc’ı ileri sürmeyeceği bile belli değil. Geçmişte Abdullah Gül örneği var. Rusya’da Putin – Medvedev örnekleri var.

Fakat bu, ikincil bir konu. Asıl olan, Tayyip ve şürekasının bu seçimleri ertelemek değil, tam tersine, hazır deprem de olmuşken yeni bir baskın seçime çevirmek istemeleridir. Tayyip ve şürekası daha deprem haberini alır almaz ‘Allahın yeni bir lütfu’nun kendilerine sunulduğunu şıp diye anladılar. Kurt dumanlı havayı sever, bu tür felaketler iktidardakileri zayıflatmak şöyle dursun, onların manevra alanını genişletir. Memluk Kemal ve ortakları bunu bile ya anlamadılar, ya da anlamazdan geldiler. Diğer ortaklarının oltaya takılmadıklarına bakınca, asıl enayinin Memluk Kemal olduğunu söyleyebiliriz. Oysa seçimlerin bir yıl ertelenmesini isteme talebini bizzat kendilerinin ileri sürmesi beklenirdi. Çünkü Rusya’dan, Katar’dan, Suudilerden alıdığı finansal destekle TL’nin dolar karşısında hızla erimekte olan değerini bugünkü seviyesinde zar zor zapteden iktidarın deprem olmasa dahi bu seviyeyi uzun süre sabit tutması mümkün değil. Öte yandan Portekiz’in yüzölçümünden daha büyük bir alanın uğradığı yıkımın ilk şoku esnasında bu travmayı yaşayanların algılarını yönetmek aylar sonra daha belirgin ortaya çıkacak sorunların devasa ağırlığının belirginleşeceği bir dönemden daha kolaydır. Bu bakımdan mevcut iktidarın seçimlerden kaçınmak yahut onları ertelemektense hemen yaptırması onun için en elverişli olan şeydir. Belki bunu Kılıçdaroğlu ve onun gayet çapsız kurmayları göremedi; ama müttefiki olan partilerin şeflerinin, en başta da ana ortağının durumun farkında olduğu açıktır. Bu parti ve ötekileri şu anda ne iktidar almaya gönüllüdür ve ne de hemen seçim yapılmasına. Onların asıl amaçları güç ve zaman kazanıp, siyaset sahnesinde daha iddialı hale gelmektir; ama Kılıçdaroğlu ve takımı atılan oltaya takılıp zokayı yutunca öbürlerinin önlerinde başka seçenek kalmadı.

Bütün bunlara bakınca, deprem dahil, her türlü ihtimale, beklenmedik duruma, sürprize karşı bir hazırlığı, planı olan tarafın 6’lı Masa etrafındaki burjuva muhalefet değil; iktidar kanadı olduğu ortaya çıkıyor. Bu durum TC devletinin emperyalistleşme stratejisiyle, bölgesinde emperyal güç olma yönelişleriyle uygundur. Vaktiyle laik bir ideolojik temelde mi, Türk – İslam sentezi temelinde mi emperyalistleşileceği konusunda Türk derin devleti, Türk derin akademik dünyası ve derin burjuvazisi tarafından tartışılan konu çözülmüş ve 2017’de kabul edilen anayasa ile Yeni Türkiye’nin anayasal çerçevesi ana hatlarıyla çizilmişti. Şimdiki hedef bu çerçevenin içeriğinin doldurulmasıdır.

Hatırlayalım: Kılıçdaroğlu, güya Tayyib’in elinden türban kozunu almak için konuyu gündeme taşıdığında, ona derhal sarılan ve bunu bir anayasal değişiklik konusu olarak daha ileriye götüren Tayyip oldu. Böylece anayasal düzenin bir kez daha değiştirileceği sinyalini verdiler. İkinci sinyali iktidarın Adalet Bakanı Bekir Bozdağ bundan bir kaç hafta önce verdi: Anayasa’ya deprem gibi afetlere yolaçanların vatana ihanetle cezalandırılması mealinde bir madde getirileceğini söyledi. Üçüncü işaret bugün (11 Mart) Bahçeli’den geldi. Seçimlerden sonra Anayasa değişikliğinin gündeme geleceğini müjdeledi(!).

Görünen o ki, Tayyip ve şürekası, hayal ettikleri, uzun zaman evvelden tahayyül ettikleri rejimin son rötüşlarını yapmak için bu seçimleri bir basamak olarak değerlendireceklerdir. Zaten 2023 yılını, bir dönüm noktası, kilometre taşı, dönemeç olarak belirlemişlerdi. Seçim tarihini de Demokrat Parti’nin zafer kazandığı 14 Mayıs ile, eğer ikinci tura kalırlarsa, Fatih’in İstanbul’u zaptettiği 28-29 Mayıs olarak belirlemişlerdi. Bu takvimlerini uygulayacaklar ve karşılarındaki ahmaklar koalisyonunu da kendi projelerini hayata geçirmede meşruiyet vasıtalarına çevirecekler. Öyle ya, seçimleri kazandıkları taktirde, herkes seçimlerde güya demokratik olarak yarıştığına göre, artık hiç kimse 2017 Anayasasının meşruiyetini sorgulayamaz. Zaten 2018’den beri yürürlükte olan bu anayasa elde bir olarak hükümetin cebindedir. Ve zafer kazanmış hükümet güya muhalefetin de sızlanmalarını dikkate aldığını ileri sürerek hem onları bir kaz daha oltaya düşürecek bazı ufak tefek değişiklikleri, hem de Türk-İslam cumhuriyeti yönünde kritik ciddi değişiklikleri gündeme getirecektir. Bunu mecliste yeterli çoğunluğu sağladığı taktirde orada, sağlayamadığı takdirde kazanmayı peşinen teminat altına alacağı yeni bir halk oylaması yoluyla gerçekleştirmeye çalışacaktır; Türkiye Yüzyılı diye ilan ettikleri bu dönüşüm, onlar açısından ‘yüzyıllık parantezin kapanması’ olacaktır. Şaşkın muhalefet ise bir kez bile sine-i millete dönme, bu şaklabanlıklara ortak olmayı kökten ve kesin bir dille reddetme yerine, gayet ince hesaplarla tezgahlanmış bu oyunlara iştirak edip, sonuçta kaybetmekle bütün bu olanlara meşruiyet kazandırmakla kendisine biçilen tarihsel piyonluk rolünde görevini yerine getirmiş olacaktır. Eh, bundan sonrası Cumhur’un müslüman hoşgörüsüne sığınmaktır, müslümanın ‘aman’ dileyen gavura sağlayacağı ikinci sınıf tebaa olarak ‘yaşama hakkı’dır.

Tayyib’in Adıyamanlılardan helallik talebinin ne anlama geldiği konusuna da kısaca değinmek gerek. Memluk Kemal ve ona adeta taptıkları anlaşılan derin CHP tayfası bunu da bir zaaf, zayıflık olarak anladı. Ve böylece rakiplerini hiç anlamadıklarını, hiç tanımadıklarını, onları basitçe taklit etme ötesinde, sahip oldukları mantaliteyi, onların anlam dünyalarını kavramadıklarını ortaya koydular. Zannediyorlar ki Tayyip, yurttaştan özür diliyor. Hayır, Tayyip kendi cumhurundan, kendi ihvanlarından, tebaasından, kapıkullarından, tarikatlardan vs. helallik istiyor ve bunun karşılığı var. Nitekim Adıyaman’ın Menzil tarikatının son günlerde adından sık sık bahsedilmeye başlanması dikkate değerdir. Öte yandan deprem için harekete geçtiklerinde ilk helikopterlerin kendi yandaşlarının bulunduğu mıntıkalara aktarılması, ilk yardımların ‘Cumhur’ etrafındaki kesimlere iletilmesi, kaçırılan sahipsiz çocuk ve kadınların tarikatlara teslim edildiğine dair haberler bunun açık göstergesidir. Örnek olsun, Malatya Akçadağ’da Ören Köyü, daha önceleri kasaba statüsündeydi ve belediyesi vardı; Büyükşehir Yasası kapsamında Akçadağ’ın mahallesi haline getirildi. Aynı şey yine belde statüsündeki Kürecik nahiyesine yapıldı. Akçadağ’a bağlı alevi köylerin hepsi kaza merkezine bağlanıp onun mahalleleri haline getirildi. Sanırım 2012 yılıydı, çıkarılan bir torba kanunla Türkiye’nin diğer yerlerinde olduğu gibi bu bölgede de eskiden köylerin ortak mülkü olan araziler, meralar, yaylalar, dağlar, dereler vs. hazine arazisine devredildi ve hükümet yandaşı çevrelere kiraya verilerek talana açıldı. Peki depremde ne oldu, Akçadağ’ın hemen burnu dibindeki Ören ve kimi Türk, çoğu Kürt alevi köyleri ancak haftalar sonra devlet yardımlarına yarım yamalak mazhar oldular. Oysa daha ulaşılmaz yerlerdeki, AKP’ye ve MHP’ye oy veren kesimlerin köylerine helikopterler anında değilse de, bahsettiğim köylere nazaran daha erken bir tarihte yetiştiler. Aynı şey Maraş’ta, Hatay’da, Adıyaman’da oldu. Basit bir sosyal medya taraması bile bu durumu saptamak için yeterlidir. Kaldı ki sayısız tanık, haber de bunu kanıtlamaktadır. Tayyib’in helallik istedikleri işte, zaten kendi ‘Cumhur’undan adettiği bu kesimlerdir ve bu helalliği istemiş olması bile bunların birçoğu için çok büyük bir anlam taşır. Öyle ya koskoca cumhurbaşkanı, onları adam yerine koymuş, onlardan helallik istemiştir.

Tayyip ve şürekasının davranış tarzına bakıldığında, hiç de paniklemiş, iktidarı yitirme telaşına girmiş bir halleri yoktur. Kimilerinin sanabileceği gibi, bu, gerektiğinde, yani olası bir seçim kaybı halinde darbe yapmayı planladıklarından ötürü değildir. Evet, en son seçenek olarak bunu da ajandalarına almış olabilirler; ancak özgüvenlerinin asıl kaynağı bu değil, karşılarındaki rakiplerinin kolay lokma olmasıdır. Kaldı ki böyle bir darbeyi artık tercih de etmeyeceklerdir. Olsa olsa mecburiyet halinde başvurabilecekleri böyle bir seçeneğe gelinceye kadar devreye sokabilecekleri pek çok alternatifleri var.

En başta uluslararası koşullar lehlerinedir. Bunların birgün Amerika, bir gün Avrupa, bir gün İsrail ile itişip takışmalarına bakmayın; bir kısmı elbetteki gerçek çıkar çatışmalarından oluşan, bir kısmı ise kayıkçı döğüşünden ibaret olan bu çatışmalara olduğundan fazla anlam biçip, TC devletinin batı cenahından bağımsız hale geldiğini, anti – emperyalist olduğunu, yedi düvele kafa tuttuğunu sananlar ahmak değilse, hükümetin çanağından yal yalayanlardır. Bugünün dünyasında Tayyip ve şürekasının islami faşist TC’si birbirleriyle ciddi çıkar çatışması içerisinde, hatta örtülü ya da açık savaş halinde olanları da dahil, bellibaşlı tüm küresel ve bölgesel güç odakları bakımından en elverişli yönetimdir. Ve zaten bu çevrelerin hemen hepsi gerek maddi yardımlarla, gerekse başka araçlarla bu iktidarın ayakta kalması ve daha da pekişmesi için harekete geçmiş durumdadırlar.

Yeni TC’nin teşkili Amerikan emperyalizminin uzun vadeli bir strateji olarak önüne koyduğu BOP stratejisine, İngiliz hesaplarına, Alman çıkarlarına, Rusya, İran, Suudi Arabistan hesaplarına uygunken TC içindeki burjuva muhalefetin ne kadar şansı var? İktidar şakşakçıları Biden’ın bir ara sarf ettiği bazı sözlere dayanarak Amerikan başkanının bu yönetimi seçimler vasıtasıyla devirmek istediğini söyleye dursun, gerçek bambaşkadır. Vaktiyle Trump bu sözlerden daha ağır sözler sarfetmiş, hatta hakaret etmişken aralarından su sızmıyordu; hatta son Amerikan seçimlerinde yine Trump’ın kazanması için neredeyse dua ediyorlardı. Fakat bütün bunlar bir yana, önümüzdeki Temmuz ayında toplanacak olan NATO kurulunda Finlandiya ve İsveç’in NATO’ya kabul edilmesi için bir kaç hafta önce Türkiye’ye uğrayan Blinken kendisiyle birlikte TC’ye külliyatlı yardım da getirmiş, ayrıca yıkılan kentlerin yeniden kurulması için finansman desteği sağlayacağı sözünü vermiştir. Öte yandan Avrupa ise, bir miktar masrafa mal olsa bile, mülteci akınını önlemede TC yönetiminin başındaki Tayyib’in güvenilir bir ticaret ortağı olduğunu, rahatlıkla satın alınabileceğini tecrübe etmiş bulunmaktadır. Üstelik, ayaklarına kadar gelip onlardan destek talebeden Kılıçdaroğlu’na açık ya da örtülü bir destek verdiklerini kanıtlayan belirtiler, göstergeler yoktur. Tabii ki, ne olur ne olmaz diye ihtiyatlı davranıp nezaket göstermişler; ayaklarına gelen misafiri kovmamışlardır. Ama Tayyibin yerine kazanıp kazanmayacağı, kazansa bile Tayyip’ten ve şürekasından ikidarı alıp alamayacağı ve alsa bile ne yapacağı belli olmayan bu adama destek de vermemişlerdir. Burjuva muhalefetin öbür partilerine gelince bunların muhalefetleri mevcut iktidardan uzak tutulmalarından ötürüydü ve temel amaçları da Tayyib’i ve şürekasını yeni bir ortaklığa razı etmektir. Aslında Kılıçdaroğlu’nun da, artık çıtayı son derece yükseltmiş olmasına rağmen, ikinci seçenek olarak önüne koyduğu hedef budur. Kendi partisi içerisinde sadece tek adam değil, aynı zamanda tıpkı Tayyip gibi adeta peygamber konumunda olan ve tutum, davranış ve hareketleri, tıpkı Tayyip ve ortağı Bahçeli gibi, Wilhelm Reich’ın tarif ettiği ‘Küçük Adam’ misali diktatörce olan bu adam her ne biçimde olursa olsun heykelini diktirme hayalindedir. Sorun bu heykeli kimin diktireceğidir. Ona şükran borcu olarak Tayyip mi, yoksa masa ortakları mı?

Fakat hakkını yememek lazım. Memluk Kemal’in misyonu az değil. Seçim kazanıp kazanmamasından bağımsız olarak, mevcut rejimi bir kez daha meşrulaştırma, demokratik çerçevede seçilmiş bir hükümet olarak parlatma görevinin kendisi zaten yeterince önemli bir görevdir; ama bundan daha fazlası vardır; o da başta Kürt muhalefeti ve sosyalistler olmak üzere demokrasi güçlerini de kuyruğuna takma ve bu oyuna ortak etme misyonudur. Bu misyonunu daha şimdiden tamamlamış, vaktiyle Tayyib’e yetmez ama evet diyenlerden başka, o yıllarda bunu söylememiş olanları da arkasına alarak, onlara yeni bir yetmez ama evet’i daha şimdiden dedirtmiştir. Bravo doğrusu!

Sonuç: Gözlerimizin önünde cereyan eden siyaset tiyatrosu kapı arkasında biraraya gelerek direkt ya da arada aracılarla indirekt biçimde tesis edilmiş olan Yenikapı İttifakı’nın sahnelediği, taraflardan herbirinin kendince tatmin olacak ölçüde kazanacağı, ama başta bizim halkımız olmak üzere tüm emekçilerin kaybedeceği pis bir oyundur; anlaşılan perde önünde yürütülen it dalaşında daha pek çok numara, polim, filim, dubara izleyeceğiz…

Bu koşullar altında seçim tiyatrosunu ciddiye almanın, eğer üçüncü bir seçenek oluşturma, bağımsız devrimci bir seçenekle ortaya çıkıp en azından geleceğe dönük olarak kitlelerle buluşma ve onlarla bütünleşme gücü gösterilemiyorsa allı yeşilli islamcı, faşist, kemalist, liberalist yamalıbohça koalisyonunun peşine takılmanın doğru bir seçenek olup olmadığını enikonu düşünmek ve ona göre bir yol çizmek gerekiyor.

Tayyip iktidarını devirme halinde bugüne kadar köpeksiz köyde değneksiz dolaşmış; bu yüzden de iyice şımarıp artık iyice deşifre olmuş olan bazı hırsız, talancı, yağmacıların tasfiye edileceğini, başta deprem olmak üzere bir çok kitlesel cinayette rol oynamış kimi unsurların cezalandırılacağını, kısmi demokratik yumuşamalar gerçekleşebileceğini, hatta bazı siyasi tutukluların serbest bırakılabileceğini düşünen, bunları uman, özleyen geniş bir kesim var. Estirilen hava adeta karanlık günlerin biteceği, her şeyin güzel olacağı havasıdır. İstanbul belediyesi seçimlerinde estirilen aynı hava Kürtlerin İmamoğlu yedeğine takılmasıyla sonuçlanmıştı; şimdi estirilen havanın amacı da aynıdır. Öyle ki üfürülen bu rüzgarların gerçek niteliğini dile getiren herkes hemen linç edilmekte ve Tayyip ve şürekasının adeta piyonu konumuna oturtulmaktadır. Biz bu oyunu vaktiyle Karaoğlan efsanesinin estirildiği yıllarda da görmüştük. O yıllarda da devlet içinde iki kanat olduğu, bunlardan şahinleri temsil eden Milliyetçi Cephe sağcı, faşist, dinci partiler koalisyonu karşısında CHP ve başındaki Karaoğlanın kimilerine göre Ulusal Demokratik Cephe, kimilerine göre demokratik cepheyi temsil ettiği, bu cepheyi zayıflatacak davranışların faşizme hizmet edeceği teraneleriyle az karşılaşmamıştık. O zamanın en keskin sol devrimci kanatlarını temsil eden gruplarından en reformistlerine kadar bu tavrı takınan sözde anti-faşist cepheciler o yıllarda kuyrukçuluktan öte gidememişlerdi. [İşin garibi hemen hepsi, sosyalist sistemin yıkılmasından sonra sosyalist teoriyi yenileme adı altında önce Stalinizmi, sonra Leninizmi, hatta bazıları bizzat Marksizmin temel kavramlarını aştığını ilan eden, çöken sosyalizmin çökme nedenlerini bizzat onun teoride ve pratiğindeki affedilmez kusurlarından ileri geldiğini iddia eden çevrelerdir. İmralı’da TC devletiyle uzlaşmak maksadıyla saçma sapan tezler geliştiren Abdullah Öcalan’ın bilim dışı tezlerini yeni paradigma olarak yutturmaya çalışan kesimler de aynı kesimlerdir. Bunların bir kısmı Kürt seçmenlerin oylarıyla vekil seçilmeyi başarmışken bir kesimi, tıpkı 6’lı masa gibi, HDP ile direkt aynı cephe çatısı altına girmekten bile kaçınmakta, bunu da bağımsız sosyalist tavır olarak pazarlamaktadırlar. Aslında tümünün altında yatan ana motif, gizli sosyal şövenizmden başkası değildir. Bunlardan bazıları Hitler faşizminin iktidara gelmesinin suçunu bile Komintern’in üstüne yıkıyor, sosyal demokratlarla işbirliği yapmaktan sekterce kaçındıkları gerekçesiyle o devrin komünistlerini mahkum ediyorlar. Oysa gerçek tam tersidir. Komünistlerle işbirliğinden ısrarla kaçınan, Nazilere karşı gösterdikleri toleransı komünistlere göstermeyip, hükümette bulundukları eyaletlerde komünistlere karşı şiddetli kovuşturmalar yürütenler hep o zamanın sosyal demokratları olmuş ve bu nedenle ileri işçiler tarafından sosyal – faşistler olarak nitelendirilmişlerdir. Nazilerin komünistleri ezmelerinden sonra sıra onlara da gelmiştir.]

Muhalefetin kazanması halinde bir kısım yakıcı talepler karşılanabilir, KHK’lıların görevlerine iade edilmeleri vs. gibi; ama temel bir değişiklik beklenmemelidir.

Tayyip ve suç ortakları iktidara gelince, bazı canları yakacaklarını, gerekli notları aldıklarını söyleyerek tehditler savuruyorlar; zaten söylemeseler de bu, onların fıtratlarında var. Ama kimi konularda ufak tefek bazı göz boyayıcı değişiklikleri yapacaklardır. Ayrıca şimdiye kadar bazı sorumluluklar verilmiş, bakanlıklarda, cumhurbaşkanı yardımcılıklarında, bürokraside ve çeşitli kurumlarda kendilerine görev verilmiş bir çok kişinin de tasfiye edilmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Hatta kısmi bir af ile kimi ahı gitmiş vahı kalmış generali, bazı gazetecileri, Fetö tutuklularını vs. affetme yoluna gitmek de gündeme gelebilir. Ne de olsa cülus zamanlarında sultanların af bahşetmesi usuldendir.

Sonuç olarak 15 Mayıs ya da 29 Mayıs’tan sonra yepyeni bir TC ile karşılaşacağız; fakat bu TC hiç de bugünkünden daha güzel bir TC olmayacak. Tam tersine daha koyu, daha kesif bir karanlığa gömüleceğiz. TC’nin başına çökmüş olan bu azgın azınlığın üzerine daha şiddetle çullanacağı kesimler ise bugüne kadar saldırdıkları kesimler olacaktır: Kürtler, aleviler, devrimci demokrat kesimler, aydınlar, işçiler, emekçiler, kadınlar, gençler… Tabii ki Cumhur’a dahil olanlara, cüsselerine göre yine ihsanlar, makamlar dağıtacaklar; fakat yıpranmış, iyice göze batmış bazı isimleri kızağa çekeceklerdir.
Şu bir ay içinde olup bitenlerden ortaya çıkan sonuç budur

Mart 2023

Diğer Başlıklar

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (5) Hamit BALDEMİR

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (5) Hamit BALDEMİR Kürdistan Bağımsız olmadan Demokratik Türkiye Mümkün Değildir Bizim ülkemiz …

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI! Hamit BALDEMİR

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (4) Dünya devrimci hareketin ve reel sosyalizmin deneyimi gösteriyor ki, böyle kısa …

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (3)

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (3) Proletaryanın Devrimciliği ve Komünist Parti Koşulu Proletaryanın, toplumsal üretimdeki yer ve …

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (2)

DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (2) İlk insanın üretim faaliyeti.İlkel dönemin üretim araçlarının gelişimi ile somutluk kazanan …