DEVRİMCİ KİŞİLİK SORUNLARI (2)
İlk insanın üretim faaliyeti.
İlkel dönemin üretim araçlarının gelişimi ile somutluk kazanan üretik güçlerine denk düşer. Basitten karmaşığa helezonik bir biçimde filizlenen üretim güçleri, kendisine uygun düşen üretim ilişkilerini biçimlendirir. Bütün bunların öznesi olan insan, bu yarattıklarını önceden düşünerek ve planlayarak sistematik bir projenin sonucunda gerçekleştirmez. Kendiliğinden, günlük; sıradan maddi yaşam araçlarını üretirken, bu üretim faaliyeti sırasında tüm bunlar birbirine bağlı olarak ve birbirlerinin sonucu olarak gelişir. Zincirleme sürüp gider. Böylece üreten insan, bir taraftan yaşamı devam ettirmek kaygısıyla maddi yaşam araçlarını üretirken; aynı anda üretim ilişkilerini ve toplumsal bilinci de üretmektedir.
Toplumsal bilincin temeli ve belirleyeni ekonomidir. Tarihi yaratan insan, emeği ya da üretim ilişkileri ile üretim güçlerinin çatışması nasıl ki bir emek ürünü ise; insanın kendisi de kendi emek ürünüdür. Doğada kendini yaratan tek varlık insandır. Onun üretim eylemi onun varlığının da üretimidir. Bunlar tartışılmaz bilimsel gerçeklerdir. Bu olgunun ürünü olan insanın, politik durumu da toplumsal bilincin önemli bir bileşenidir. Yani insanın beklentisi, hayalleri, kaygıları, başarı ve başarısızlıkları, korkuları, özlemleri, umut ve umutsuzlukları ve hayal kırıklıkları gibi insansal olgular toplumsal bilincin biçimlenişinde ekonomik eksende önemli faktörlerdir. Ayrıca tüm bunların, karşlıklı etkileşimleri de farklı bileşenlerin oluşumuna etkide bulunur. Ki, insan eylemi paralelinde, insanın üretim pratiğinden çıkan bilinç / düşünce bir kere oluşunca pratik karşısında özerklik kazanır. Pratiğe yön verir, onun gelişimine ve zenginleşmesine katkı sunar. Bu anlam düzleminde, ekonomiden özerkleşen bilinç / düşünce üretimde, yani ekonomik üretimde zenginleştiği gibi, bizzat kendi içinde aynı temele bağlı kalarak kendi soyut bir biçimde üretmek ve zenginleştirmek disiplinine sahiptir. Yani ekonominin bir yansıması olan bilinç ve benzeri soyutlanmalar; onunla kopmaz diyalektik bağlarla bağlıdır. Belli bir tarihsel gelişmeden sonra bu iki toplumsal olgu; birbirinden ayrı bir disiplin ve işleyişe kavuşurlar. Son tahlilde maddi yaşam koşulları belirleyici olsa da, düşünce bu koşulları etkiler ve önemli oranda önünü açar. Bu iki olgu, birbirini tamamlar ve birbirlerinin yeniden üretimine katkı yapar. Maddi yaşam temeldir ancak bilgi ve tecrübe birikimi yönlendirme ve önünü açmada bazen “belirleyici”( derin etkileyici) bir rol üstlene biliyor. Bu diyalektik materyalizmin önemli bir saptamasıdır / ilkesidir.
Doğanın bir parçası olan insanın doğaya karşı geliştirdiği var olma mücadelesi, insanın doğadan kopuş sürecidir. Bu aynı zamanda insanın doğaya daha bilinçli bir dönüş sürecini de beraberinde getirir. Bu kez değiştirme ve yönlendirme gücüne sahip, adeta doğanın efendisi olarak bir bütünleşme söz konusudur. İnsanlıkla başlayan bu sürecin yarattığı maddi ve manevi değerler belli bir tarihsel aşamadan sonra, önce iç içe ve karışık olan kimi toplumsal değerlerler giderek ayrıştılar ; kendi koşul ve iç yasalarına göre özerkleştiler ve özerkleşmektedirler. Bu diyalektik bütünsellik koşullarında bir bağımsızlıktır. Çünkü doğada hiç bir şey birbirinden bağımsız değildir. Bu nedenle, diyalektik yasalar çerçevesinde bir bağımsızlıktan söz edilebilir. Toplum veya insan doğadan bir kopuşu gerçekleştirdiği halde, nasıl ki doğa ile diyalektik bir kopmazlık ve bağımlılık içindeyse …
İnsan kişiliği, ortalama toplumsal kişiliğin birey bazında somutlaşmasıdır. Kişinin bilinci ve kişilik biçimlenişi toplumla koşullu ve onun tarafından belirlenir. Marks`ın dediği gibi; “ insanın sosyal varlığını belirleyen bilinci değildir, tam tersine bilincini belirleyen toplumsal varlıklarıdır.” Bilinç ve kişilik birbirinden kopmaz unsurlardır. Toplumsal faaliyetle üretilen bilinç gibi, insanın kişilik biçimlenmesi de toplumsal faaliyet içinde var olur. Bilinç toplumsal bir üretim olduğu gibi kişiliğin önemli bir bileşenidir de. Hem de en önemli ve en aktif bileşeni.
İnsanlar, çalışırken yani maddi yaşam araçlarını üretirken karşılıklı ilişkilerde bulunur. Bu ilişkiler sürecinde bir bilinç oluşur. Kişilik de bu ilişkiler içinde şekillenir, Her kişilik toplumsal ilişkiler veya üretim, ilişkilerle koşullu gelişir. Yani bireyin o an ve süreçte bulunduğu ekonomik ilişkilere göre biçimlenir. Başka bir anlatımla, gerek sınıflı toplum öncesi kişiliklerde, nüansta olsa kişiliklerde farklı şekillenmeler söz konusudur. Ancak sınıflı toplumlarda, bu farklı şekillenme karşıt iki kişilik yaratır. Sınıflı toplumda, aynı ekonomik sitemin veya toplumsal yaşamın iki temel bileşeni oldukları halde; farklı ekonomik çıkar ve ilişkiler karşıt kişilikler ya da karşıt sınıflar yaratmaktadır. Dahası düşman sınıflar yaratmaktadır.
Yeniden vurgulamak gerekirse, ekonominin yansımaları ve sonuçları olan deney, birikim bilince dönüşürken, insanın yarattığı tüm bunlar; onu kuşatır, yönlendirir ve yeniden üretimde ona yol gösterir. Buna farklı bir ekonomik toplumsal yansıda olsa, insanın psikolojik yapısı bilinç unsuru çeşitli biçimlerde etkilediği gibi, onun sonucu ve tamamlayanıdır. Bunlar bir kez oluştuktan sonra, özerk bir durum alarak pratiğin olmazsa olmazı durumunu alırlar. Soyut düşünmenin temellerini yaratırlar. Bu bağlamda her bilinç unsurunu doğrudan doğruya veya dolayımsız ekonomiye başlamak, bizi kaba materyalizm hatasına düşürür. Engels bu durumu şöyle açıklar; “ son tahlilde ekonomi temeldir” ( düşünce ve bilincin hatta tüm soyutlamaların). Aynı biçimde bilinç ögesini maddenin bir yansısı olarak kabul etmemek de idealizmdir.
İnsan kişiliğinin biçimlenişi, insanın kendi kendisini yaratması ile başlar. Günümüzde bu biçimleniş ve ilerleme sürmektedir. Her toplumsal yapıya özgü biçimlenen insan kişiliği, farklı toplumlarda, mevcut ekonomik ilişkilerde karakter kazanmıştır. Henüz emekleme döneminde ve doğanın acımasızlığında varlığını sürdürme savaşı veren insan, o koşullara göre bir yaşam biçimi, buna denk düşen bir kişilik yaratmıştır. Henüz üretim araçlarının çok zayıf ve ilkel olduğu dönemde insanın tek amacı yaşamını ve soyunu idame ettirmektir. Burada henüz bilinç unsuru çok zayıftır. Ve her şey üretim faaliyeti sırasında öğrenilir. Yani her şey pratik ile öğrenilir. Her öğrendiğini bir daha ki üretim pratiğine aktararak üretim deneyini zenginleştirir. Bu etkinlik kuşaklar boyu sürer ve bilinç unsurunun gelişimini sağlar. Üretim araçlarının az gelişmişliği, insanı doğaya karşı çaresiz ve güçsüz durumunu ifade eder. Nesnel koşulların dayatması insanların topluluk halinde yaşamasını zorunlu kılar. Bu zorunluluk doğa karşısında çıplak ve ancak yaşamını idame ettirebilecek kadar maddi yaşam araçlarını üretebildiklerinden, aralarında gerçek ve tam bir ilkel eşitlik vardır. Bu dönemin üretim güçlerine denk düşen sosyal yaşama İlkel komünal Topluluk denildiği gibi, İlkel Komünizm de denmektedir. Bu dönemin insanın karakteristiği, mevcut ekonomik ilişkilere karşılık düşer. Bu insan sömürüyü bilmez ve topluluğundaki herhangi birine baskı yapmayı düşünmez. Herkes aynı haklara ve özgürlüğe sahiptir. Bu insan fitne, kıskanç ve dalavereci değildir. Bunlara tamamen yabancıdır. Topluluk yönetiminde, yine aynı eşitlik ve katılım vardır. Doğal hiyerarşik bir durum söz konusudur. Başka bir kişilik ve gelişmeye nesnel koşullar yoktur. Bu durum etiksel yapıda da ifade bulur.
Bu sömürüsüz, baskısız, eşitlikçi ve “ özgür” topluluklar; üretim araçların gelişmesi ve doğa karşısında göreceli güçlenmeleri; bu kötülük, sömürü, baskı, bencilik ve kıskançlık nedir bilmez insanlarda özel mülkiyetin filizlenmesine yol açtı. Ki bu, tüm toplumsal kötülüklerin anasıdır ve temelidir. Yani özel mülkiyet, özellikle üretim araçlarının özel mülkiyeti. Üretim araçlarının gelişmesiyle, boy veren toplumsal iş bölümleri ve sınıflaşmalar; baskı ve sömürüden uzak insanları da beraberinde değiştirdi. Savaş, talanlar ve insanın soyuna karşı ihanetin en önemli belgesi insanın insanı köleleştirmesi oldu. Tarihsel olarak, daha ileri bir düzeyi ifade eden bu sistem, insanların büyük çoğunluğunu zor ve baskı ile tüm doğal haklarından yoksun bıraktı ve bu insanları sıradan bir üretim aracı ve meta haline getirdi. Bu yeni üretim güçlerine denk düşen üretim ilişkisi idi. Yani Köleci toplumun doğuşu idi. Kuşkusuz bu geçiş çok uzun yıllar aldı ve çok sancılı oldu.
İnsanın doğası özgürlükçüdür. Bu tarihsel zorunluluğa kolay kolay baş eğmedi. Ne var ki, tarihsel zorunluluktan da kaçınılamazdı. İradeleri dışında gelişen üretici güçler ve ilişkileri toplumsal ağlarını çok kanlı, kaba ve zalimce ördü. Görülüyor ki, ekonomik ilişkiler, insan soyunun en saf kuşağını kendi silindirleri arasında öğüterek yeni bir kişiliğe soka bilmektedir. Hem de geçmişin yadsıması üzerinde şekillendirerek ve geçmişin birikimleri üzerinde yükselerek. Bu ekonomik ilişkiler, kendi paralelinde daha üst bir kültür ve uygarlık yarattı. Kuşkusuz tüm bunlar, yeni ekonomik ilişkiler gibi eskiyi aşarak ve onun birikimleri üzerinde şekillenip ve bir anlamda ondan kopuşu gerçekleştirerek , onu farklı bir tarihsel süreçte yeni ekonomik ilişkilere göre yeniden üreterek devam ettirdi.
Bu tarihsel gelişim bugüne dek toplumsal, ekonomik yasalara göre değişerek, dönüşerek ve gelişerek geldi. İnsanlık bugüne kadar ilkel komünal topluluk, feodal, kapitalist gibi tarihsel süreçler yaşadı. Bunlara denk uygarlıklar kurdu. Hatta insanlık tarihinde kısa bir dönem de olsa reel sosyalizm şahsında sosyalizm ile bile tanıştı. Her sosyal düzende ekonomik ilişkilerle koşullu bir kişilik ve kültür yaratıldı. Ama her toplum kendi karşıtını da bağrında yetiştirerek mezar kazıcısını değişik biçimlerde var etti. Tüm bu toplumların aynı üretim ilişkilerine sahip olanların hepsi aynı özelliklere sahiptir.
Dünya coğrafyasındaki yerleri nerede olursa olsun. Kimi biçimsel ve ayrıntılarda aynı ekonomik toplumlarda pek çok farklılıklar olsa da; temel özelikleri özdeştir. Tüm bu düzenler bir önceki düzenin bağrında çıkarak çocukluk, olgunluk ve yaşlılık dönemlerini yaşayarak yerlerini bağırlarında filizlenen daha ileri bir sistemi temsil eden güçlere bırakmaktadırlar. Her sistem ya da toplumsal düzenin yarattığı değerleri ( maddi-manevi) bir başka / bir sonraki topluma devreder. Onu devir alan toplum yeni düzene gerekli ve uygun olanı içselleştirirken, işine yaramayanı tarihin çöplüğünde çürümeye bırakır. Bu diyalektik işleyiş sonsuza dek devam eder. Yani tarihin sonuna kadar devam eder. Bu durum insanın istencini aşan bir olaydır. Tarihin öznesi insan olduğu halde bu böyledir.
İlkel – komünal toplumdan günümüze dek biçimlenen toplumlar ve onun bireyi olan insan; insan olma serüvenini kan ter içinde ama asla umutsuzluğa kapılmadan sürdürmektedir. Ne var ki, insanlık milyonlarca yıllık yaşına rağmen, henüz çocukluktan gençliğe geçiş sürecinin tüm sancılarını yaşamaktadır. İnsanlığın bütün tutarsızlıkları, arayışları, patavatsızlıkları ve bunalımları ile ergen bir çocuğun tüm hırçınlık ve enerjisi ile doludur. Son sınıflı toplumun temsilcisi, en gelişmişi ve en evrenseli kapitalizm bugün tarihsel sonunu yaşamaktadır. Yaşlanmış ve bir ayağı çukurda olan kapitalizm tüm hastalıklara açık, saldırgan ve bir çok ölümcül bulaşıcı hastalığın taşıyıcısı durumundadır.
Kapitalist düzenin yarattığı insan tipi, onun ekonomik ilişkilerine uygun şekillenmiştir. Ruhsuz, çıkarcı, bencil, sömürücü, baskıcı, kıskanç, iki yüzlü ve bireycidir. Oysa bu sistem ilk başlarda yeni ve ileri bir sistemi temsil ettiğinden, bir önceki sisteme göre ilerici, daha gerçekçi, ussaldı ve devrimciydi. Çünkü, gelişen üretim güçlerini temsil ediyor ve üretim güçlerine denk düşen bir üretim ilişkisinin önünü açıyordu. Yani başka bir anlatımla, ileriye doğru yürüyen insanlığın önünü açıyordu. Ki bu, kölecilik ve feodalizm gibi insanlığın zorunlu duraklarından biridir. Bugün bu sistem son aşamasına varmıştır ve artık toplumsal ilerlemenin önünü tıkamaktadır. Toplumun ekonomik ve sosyal sorunlarını çözmekten acizdir. Bu acizlik onu yalancı, ikiyüzlü, demagog. Kötü niyetli, baskıcı ve gerici yapmıştır. Elbette sömürgeci ve işgalcidir. Savaşlarla ayakta kalmaya çalışır. Dolayısıyla giderek dejenere olmakta, halka yabancılaşmaktadır. Bu yapısıyla toplumu kişiliksizleştirmekte ve kozmopolit bir kültürle insanları dipsiz labirentlerinde gezdirerek bunaltmaya ve sorunlardan kaçışa yöneltmektedir.
Ellerindeki gelişmiş üretim araçlarıyla, teknik, iletişimin devasa araçları ve dev medyaları ile en yoz kültürlerini emperyalist metropollerden dünyaya yayarak tüm insanlığı kendi kültürleriyle zehirlemeye çalışmaktadır. Bu çürümüşlüğün sonucu: değerlerine yabancılaşmış, sorunların çözümünü kaçışta bulan, günlük / amaçsız yaşayan, boş vermiş, bunalımlı, lümpen, ukala ve sorumsuz bir kişilik giderek başat kılınmaya çalışılmaktadır. Ancak her sorun ve hastalık kendi çözüm ve tedavisinin koşullarını da yaratır. Nasıl ki, bilinmeyen bir hastalık teşhis edildikten sonra, tıp otoritelerini / bilim insanlarını hastalığın tedavisini veya ilacını bulmaya yöneltiyorsa; toplumsal hastalıklara da devrimciler ve ilericiler çözüm bulmaya ve tedavi etmeye çalışır. Her sorunun bir çözümü vardır. Hiç bir sorun çözümsüz değildir. Her sistemin de bir alternatif sistemi ve sistemin yarattığı kişiliğe alternatif kişilikler yaratma koşulları vardır. Bu yeni kişiliğin prototipi eski kişiliğin bağrında doğar.
Kapitalizmin bağrında, kapitalizmin mezar kazıcısı mevcuttur. Bu mezar kazıcı işgücünü satmaktan başka ellerinde başka bir şeyi olmayan emekçi yığınlardır. Marx`ın belirlemesi ile proletaryadır. Geleceğin kişilik nüveleri emekçi sınıfların kişiliğinde saklıdır. Bu kişilik kapitalizmin gelişmiş olduğu toplumda proletaryadır. Çünkü, proletarya; kapitalist sistemde tek çıkarı olmayan biricik sınıftır. Hiç bir üretim aracına sahip değildir. Yaşamını idame ettirmek ve kendini yeniden üretebilmek tek serveti işgücü ve iş becerisidir. En çok ezilen ve sömürülen sınıftır. Bu bağlamda pratik ve teorik olarak üretim araçların özel mülkiyetine de karşıdır. Ekonomideki bu konumu onu gelecek sınıfsız -sömürüsüz toplumun hem yapıcısı ve hem de önderi yapmıştır. Bir başka anlatımla hem öncü ve hem de temel gücü yapmıştır. Bu belirleme dönemin koşullarının bilimsel bir tespitidir.
Rekabetçi kapitalizm koşullarında, ara sınıf ve tabakalar hızla erimekte; işçi sınıfı kendi yaşamını idame ettiremeyecek koşullarda yoksul ve aç bir yaşam sürdürüyor. Burjuva devrimlerinin yarattığı toplumsal deprem sonrası henüz taşlar yerine oturmamış ve iktidar kavgası devam etmektedir. Yani her sınıf ve tabaka kendi anlayış ve ideolojisi doğrultusunda yeni bir sistem arayışındadır. Proletarya ise kendi düzenini kurma çabasındadır. Burada bir politize olma ve geleceğe ilişkin bir toplumsal ütopya var. Herkes kendi ütopyasının peşinde. Proletarya ve ittifaklarının ilk devrim hamlesi Paris Komünü ile ifade buluyor. Ne var ki, bu deneyim üç ay bile sürmeden acımasızca bastırılıyor. Dönemin proletaryası politiktir. Burjuva devrimlerinin sınırlarına sığmıyor ve gerçekten zincirlerinden başka kayıp edecek bir şeyi yoktur. Marx’ın geleceğin sınıfsız toplumun kurucusu ve önderi olarak proletaryayı görmüş olması bilimsel bir tespittir. Sosyalizmi onun, yani proletaryanın ideoloji olarak saptaması ve ona göre biçimlendirmesi anlaşılırdır. Ne var ki, işçi sınıfının tüm çabalarına rağmen, Batı Avrupa`da bir proleter devrim ya da sosyalist devrim gerçekleşemedi. Bu araştırılıp tartışılacak bir konudur. Neden başarılamadı konusu! Gerçi Marx Paris Komünü’nün neden başarısız oluğu tespitini yapıyor ancak, bugün dönüp bakıldığında, yeni tespitler mümkün olabilir. Marksizm somut koşulların somut tahlilidir. Statik değildir. Lenin, Avrupa ve diğer “Ortodoks” Marksistlerin düştüğü hataya düşmedi. Somut koşulların somut tahlilini yaparak; kapitalizmin en gelişmiş yerinde değil, en zayıf halkasında devrim yaptı. Proletaryanın ideolojik önderliğinde bu devrimi gerçekleştirdi. Burada sınıf bilinçli işçiler vardı ama komünistlerin ezici çoğunluğu işçi ya da emekçi değildi. Ama ideoloji sosyalizmdi. Önemli olan bu. Sosyalizmin önderliğinde olmasıdır devrimin. Kitlesi küçük burjuva mı, köylü mü, önemli değildir. Önemli olan sosyalist ya da komünist önderlikli olmasıdır. Daha sonra, daha geri toplumlar ve sömürge uluslar kendi ulusal kurtuluş devrimlerini yine sosyalimin önderliğinde gerçekleştirdiler. Emperyalist aşamada somut koşullar değişince, devrim yapan kitlelerinde sınıfsal yapıları farklılaştı. Sosyalizm sadece proletaryayla sınırlandırırsak, onu zayıflatmış oluruz. Sosyalizm sadece proletaryanın değil, tüm ezilen sınıf ve halkaların ideolojisidir. Burada, vurgulamak istediğim, sosyalizmin proletaryaya endeksli kılmak bilimsel değildir. Sosyalizmi kuran kitleler, kuracakları ekonominin emekçileridirler. Yarı işçileridirler. Ve komünizme geçerken sınıflar tarihe karışacağına göre, proleterin de, yarı işçisi, emekçisi, küçük burjuvazisi ve köylülüğü de tarihe karışacaktır. Bu bağlamda devrim yapan kitler kendi sınıflarının da mezar kazıcıdırlar.
Ancak hiç bir sınıf ve sosyal grup toplumun genel yapısının temel özelikleri dışında tutulamaz. Nasıl ki, bugünün kültürü ve uygarlığı geçmişin bir ileri ve üst aşaması ve sentezi ise, bu manada onun üzerinde yükselen mevcut kapitalist toplumda, tüm sınıflar genel anlamda başta kendi ulusal kültür ve kişilikleriyle kuşatılmış ve onun havasını solumaktadır. Proletaryanın üretim araçlarına karşı pozisyonun verdiği farklılığı dışında tamamen toplumsal kültür ve alışkanlıklar ile kuşatılmıştır. Ekonomik ilişkilere kim hakim ya da topluma hangi sınıf egemense; mevcut toplumsal kültürü onlar belirler. Ayni şekilde politika ve ahlakı da. Lenin, bu toplumsal realiteden hareketler; saf proletarya kültür yaratma çabalarını saçma ve devrimci olmadığını ileri sürer. Lenin şöyle diyor; bizim kültürümüz insanlığın tarihsel olarak yarattığı tüm maddi ve manevi değerlerin en devrimci sentezidir. Ancak proletarya toplumsal gelişmede ve devrimci dönüşümü gerçekleştirmede önemli bir sınıfsal güçtür ya da proletaryanın üretim ilişkileri içindeki konumu onu devrimci bir duruşun sahibi yapmıştır. Ancak kendi sınıf bilinciyle buluşmamış bir proletarya sıradan bir toplumsal kişiliktir.
Kapitalist emperyalist sistem içinde işçi sınıfı ya da proletarya; egemen burjuva sınıfının kozmopolit yoz kültürün sarmalındadır. Bu durumu din ve toplumsal ahlak daha da güçlendirmektedir. Maddi imkansızlık ve zaman yetersizliğinden dolayı işçi ve emekçilerin çocuklarını okutamaması; kendi sınıf bilincini verecek okullarının olmaması; okuma olanağı bulanın da, burjuva eğitim kurumlarında okuması gibi bir çok faktör; proletarya ve diğer emekçi sınıfların bilimle kontağını zorlaştırmıştır. Ekonomik yetersizlik kültürel yetersizlikle aynı paralelde seyir eder. Dolayısıyla kendi ideolojisi ve ideolojik ve politik bilinç dışardan komünistler tarafından verilmektedir. Bu gerçeklik günümüzde de devam ediyor. proletaryanın kendisi için sınıf olması, onun sınıf bilincine ulaşması yetmiyor. Bu nesnel durumu Marx şöyle açıklıyor; proletaryanın sınıf bilincini bir avuç aydın-komünist tarafından veriliyor.
İnsanlığın tarih boyunca yarattığı en ileri, en yüksek, en devrimci kültür, toplumsal bilinç veya toplumsal tasarım sosyalizmdir. Bir de, tarihsel materyalist bilinç ve diyalektik ile projelendirdiği insanlığın en ileri toplumsal aşaması sosyalizmin son evresi komünizmdir. Komünizm, insanlığın varoluşundan bugüne dek yarattığı en ileri, en bilimsel ve en son toplumsal projesidir. Yani insanlığın en son evrensel projesidir. Özelde kapitalizmin eleştirisinden çıkan ve onun sentezi olan komünizm; aynı zamanda tarihsel olarak tüm topluluk ve toplumların bir sentezi ve en üst biçimidir. Bu bağlamda, bireylerinde bugün vardığı ve varacağı en gelişmiş, en ilerici ve en üst kişilik komünist kişiliktir. Çünkü, komünist kişilik; tarihsel gelişmenin yarattığı en ileri, en üst kişilik sentezidir. Başka bir ifade ile tarihin ve insanlığın birey bazında vardığı kişilik doruğudur. Bu kişilik, bilim ve teknoloji ile donatılmış; doğa bilinciyle yoğurulmuş, kendi kendini yönetecek yetenek ve inisiyatifi geliştirmiş; insanlığın özgürlük ve sınıfsız toplum idealleri ile içselleşmiş kişiliktir.
Bilim ve teknolojinin vardığı aşamanın yarattığı nesnel koşullar ve toplumsal gelişmenin vardığı bu nokta, soyut düşünebilmenin, doğa, toplum ve ekonomik zorlukların bilincine varmanın, onu aşmanın, inisiyatif altına almanın koşullarını da yarattı. Tarihsel akış, bugüne dek bir toplumun ekonomi ilişkilerini bir önceki toplumun bağrında büyüterek çatışmalı ve sancılı bir devrim biçiminde yeni toplum eski toplumun yerini almıştır. Bu genellikle üretim araçlarının gelişmesiyle ona uygun yeni ekonomik ilişkilerin oluşumu “kendiliğinden” olmuştur. Başka bir anlatımla, eski toplumun bağrında gelişen, ona alternatif olan sistem, onunla iç içe, onunla çatışarak büyümüş ve ekonomik bir güç haline geldikten sonra, eski toplumun üst yapısını tasfiye etmiş ve zamanla iktidarı ele geçirmiştir. Burada, bir önceki toplumun bağrında sadece yeni toplumun nesnel koşulları oluşmamış, yeni ekonomik ilişkilerde gelişmiştir. Bu temel üzerinde kedini üst yapısı da eski toplumun bağrında gelişme ve oluşma olanağı bulmuştur. Bu durum ilkel komünal topluluktan köleci topluma, köleci toplumdan feodal topluma, feodal toplumdan kapitalist topluma devrimsel geçişler böyle olmuştur. Biçimsel olarak bazı yerlerde bu devrimsel süreçler ayrıntılarda kimi farklılıklar gösterse de, temel kural değişmemiştir. Hatta, bazı coğrafyalarda, bu saydığımız toplumsal süreçlerin bazılar yaşanmadan da devrimsel geçişler olmuştur. Mesela köleci toplumu sistem olarak yaşamayan halklar vardı. Bunun gibi. Biz bu toplumsal süreçleri konumuzda temel alıyoruz.
sosyalizmin toplumsal temelleri ve düşünce bazında teorik formasyona ulaşması ancak kapitalizmin koşullarında gerçekleşmiştir. Kapitalizmden öncede sosyalist formda düşünceler ve toplumsal hareketler olmuşsa da; kapitalizmdeki kadar belirgin ve bilimsel bir biçime ulaşamamıştır. Sosyalizmin sözcük veya kavram olarak bir form ve güç haline gelmesi kapitalizmin ekonomik koşulların yarattığı iklimde gelişmiştir. Anadolu’da 15. yüzyılda Şeyh Bedreddinin geliştirmek istediği toplumsal sistem, dönemin sosyalizmi veya komünizmi olarak adlandırıyoruz. Benzer düşünce ve hareketler daha önceleri de var olmuştur ancak hiç biri maalesef başarıya ulaşamamıştır. Ancak insanlık her zaman bu ütopyaya ulaşmaya çalışmıştır. Neyse, bilimsel sosyalizmin biçim bulması, teorik ve bilimsel açılımı Marx ile başlamıştır. Kapitalizmin rekabetçi döneminde, Marx
tan önce ve çağdaşlarının formüle ettiği çeşitli sosyalist / komünist düşünce akımları olmuştur. Ütopik sosyalizm, anarşizm / anarko, sendikalizm ve reformizm gibi sosyalist düşünce akımları tarih sahnesinde yerini almıştır. Ancak, Marx; bilimsel ve felsefi temellere sosyalizm ve komünizmi kavuşturmuştur. Bu insanlığın tarihsel olarak vardığı ileri aşamayı büyük ilerlemeyi ve gelişmeyi ifade eder. Kapitalizmin eleştirisinden komünizme varma insanlık tarihinin en anlamlı ve en devrimci meyvesidir. Kapitalizm feodalizmin bağrında büyüdü ve kapitalist üretim ilişkileri olgunlaştı. Oysa, kapitalizmin bağrında komünizmin ilk aşaması sosyalizmin üretim ilişkileri gelişmedi ve gelişemez de. Ancak sosyalist üretim ilişkiler için nesnel ekonomik koşulları oluştu ve olgunlaştı. Üretim araçlarının gelişmesi ve üretimin toplumsallaşmasının en üst düzeye varması, sosyalizmin objektif koşullarını yarattı. Bu objektif koşullar üzerinde şekillenen sosyalizm ya da komünizmin hazırlık aşaması tüm insanlığın nihai kurtuluşunun müjdecisi oldu. Kapitalizme alternatif bir sistem olarak tarih sahnesinde yerini aldı.
Sınıfsız ve sömürüsüz toplum projesi olan komünizm, kendi insan tipini de yarattı. Bu düşünce ve toplumsal ütopyanın büyüklüğü; sömürüsüz, sınıfsız bir toplum olmasıyla ile birlikte; ayrıca, onun temel iskeletinin objektif koşulların bilimsel çözümlemesinin tamamen bir insanlık düşüncesinin ürünü olmasıdır. Sosyalizmin ekonomik ilişkileri, kendiliğinden bir önceki toplumun bağrında gelişmiyor. Bu sistem bilimsel ve insan beyninin bir anlamda tasarlayarak ürettiği bir insanlık düzenidir.
Elbette ki, bu düşünce mevcut ekonomik koşullardan hareketle var olmuştur. Kısacası komünizm insan bilincinin bir ürünüdür. Bu onun en gelişmiş, en güçlü ve en avantajlı yanıdır ancak aynı zamanda en zor ve zayıf yanıdır da. Çünkü bu yeni toplumsal yapı nesnel tarihsel koşulların ürün olmakla birlikte, insan bilincinin / düşüncesinin bir ürünüdür. Diğer toplumsal sistemler, bir önceki sistemin içinde kendi üretim ilişkilerini geliştirebiliyor ve kendi sistemini bir önceki sistemin bağrında örgütleyebiliyor. Bir biçimiyle kendi üst yapısı da bir önceki toplumun bağrında oluşabiliyor. Sosyalizm bir önceki toplumun bağrında kendi ekonomik ilişkilerini yaratamadığı gibi, üst yapısını da yaratamıyor. Çünkü, daha önceki toplumlara da, ekonomik ilişkiler sadece biçim değiştiriyor. Sömürüp ve üretim araçlarının özel mülkiyet devam ediyor. Sınıfsal sadece üretim araçlarına bağlı olarak yeniden mevzileniyor. Sınıflı toplumlarda, bir toplumdan diğerine geçiş üretim araçlarının özel mülkiyetinin el veya biçim değiştirmesi ile siyasal iktidara yeni egemen sınıfın ele geçirme kavgası var. Burada sömürü ve üretim araçları biçim değiştiriyor. Sosyalizm daha farklı ve sınıflı sistemle uyuşmaz bir öz ve biçime sahiptir. Sosyalizm bir önceki sınıfın bağrında gelime olanağı yoktur. İnsan bilincinin bir projesidir. Burada gelecek toplumun düşünsel olarak genel hatları var. Ama henüz üretim ilişkileri yoktur. Bu sistem komünistlerin önderliğinde gerçekleşecek toplumsal sosyalist bir devrimle üretim ilişkilerini ve üst yapısının şekillenmesine olanak sağlanabilecektir. Bu nedenle, kapitalizmden komünizme geçiş için bir ara sistem olan sosyalizm öngörülmüştür. Sosyalizm toplumu komünizme hazırlayacak bir ilk evredir. Bu zor ve sancılı bir süreçtir, fakat kaçınılamaz bir tarihsel zorunluluk ve gerekliliktir.
Kapitalizmin yarattığı yoz ve kozmopolit kültür; sistemi bol hastalık üreten bir bataklığa dönüştürmüştür. Bilim ve teknolojide kendi çıkarına sınırsızca kullanarak, ezilen emekçi sınıfları ve halkları kendi bataklık girdabına alarak, onlara nefes aldırmamaktadır. İşçileri-emekçileri düzenin / üretim aracının sıradan bir halkası veya bir ara parçası haline getirmiştir. İşçi işin veya üretimin öznesi olmaktan çıkmış, üretim aracının bir eklentisi haline getirilmiştir. Böylece üretimde insan unsuru hiçleştirilmiştir.
İnsanlığı bir değirmen gibi öğüten kapitalist sistem, bireyin her davranışını, tercihini ve eğilimini; geliştirdiği teknoloji ile rahatlıkla müdahale etmekte, biçimlendirip yönlendirmektedir. Reklam ve modacılıkla, tüketimi kamçılamaktadır. Basın, yayın, radyo, televizyon, internet ve telefon gibi iletişim / medya araçları ile toplum ve bireyi kendi sisteminin sınırlarında sürekli kültürel basınçla bireyin tüm edinimlerini denetlemekte, yönlendirmekte ve biçimlendirmektedir. Sanattan, edebiyata; modadan aşka, her şeyi bir meta ve pazar sorunu olarak ele almaktadır. Bununla burjuvazi, insanlığı iliğine kadar sömürmekte ve bireyin zevk, eğlence ve estetik anlayışına müdahale ederek onu bir pazar ve kar unsuruna dönüştürmüştür. Bireyin inisiyatif , düşünme ve yaratıcık olanaklarının temellerini ortadan kaldırmıştır. Her şeyi kendi ihtiyaçlarına göre kurumlaştırmıştır. Bu sistemin dışında kalmak isteyene yaşama olanaklarını bırakmamaktadır. Teknolojinin ve üretim çılgınlığına ayak uydurmaya çalışan kitleler ve abur cubur tüketimi karşılamak telaşıyla gece gündüz koşturmaktadır. Buna rağmen, iki yakasını bir araya getirememektedir. Çalışmaktan kendisine zaman ayırmayan birey, kitap okuyamamakta, sanatsal etkinliklere gidememekte, düşünme ortam veya zamanı bulamamaktadır. Böyle birey adeta bir üretim robotuna dönüşmektedir. Tabi, sürekli işsiz kalma korkusu Demokles’in kılıcı gibi başının ucunda sallanmaktadır. Taksitlere ve tüketime para yetiştirmek için adeta ring atı gibi sistemin fasit dairesi içinde debelenmektedir. Kapitalizmin bu ortamında zihni bunalan ve psikolojisi bozulan birey; kaçışa yönelmektedir. Bu durum sanatta yansısını çeşitli yoz akışlarda bulurken; bireyde umutsuzluk, özgüven yitimi, bireycilik, maddiyatçılık ve bir çok ruhsal ve etiksel hastalıklara yol açmaktadır. İntihar, uyuşturucu, beyaz kadın ticareti, bir çok şans oyunlarına ( kumar) , futbol, rep (rap müziği) ve arabesk gibi alanlara gençliğin çığ gibi yönelmesi; içinde bir protestoyu / tepkiyi taşısa da, toplumsal çöküntünün ve yozlaşmanın en belirgin unsurlarıdır. Reel sosyalizmin yıkılmasından sonra, geri ve Müslüman toplumlarda dine ve dini bağnazlığa sığınmada, bir kaçış ve toplumsal yabancılaşmadır. Özetle, toplumsal çöküşün yansımaları olan yozlaşma; kendi sanatını, felsefesini, ahlakını ve politikasını da üreterek toplumda tam bir karmaşa yaratıyor. Faşizm bu yozlaşmanın ve çıkmazın burjuva ideolojisidir ve iktidar biçimidir bir anlamda. Şeriatçılık veya din örtülü faşizmde bunun sonuçlarıdır.
Bu çürüme ve yozlaşmada toplumun tüm kesimleri nasibi almaktadır. Ne var ki, en çok toplumun geleceği olan gençler bundan etkilenmektedir. Marx`ın kendi tarihsel sürecinde, sınıfsız toplumun kurucu ve önderi olarak gördüğü işçi sınıfı da bu yabancılaşma ve çürümeden nasibini almaktadır. Yetersiz eğitimleri, ekonomik sorunların dayanılmazlığının yarattığı bunalım, kapitalizmin kozmopolit kültürünün etkisi ve sosyalist düşünceyle buluşamamış işçi kesiminde bu durum tahripkar bir olmaktadır. Hırsızlık, kumar, uyuşturucu ticareti ve kullanımı, serserilik ve dini tutuculuk ile muhafazakarlık; en çok yoksul emekçi ve işçilerin yoğun yaşadığı kenar mahallerde yaygındır. Bu bir tür tesadüf ya da bir ahlak eksikliğiden kaynaklanmıyor. Ekonomik sıkıntılar ve çözümsüzlük ya da çaresizlik bu insanları buna yöneltmektedir. Burada egemen sınıfın etkilemesi ve yönlendirmesi de vardır. (Devam edecek)